Ölümlerin olduğu bir ülkede yaşamanın dayanılmaz ağırlığı altında eziliyoruz. Bu topraklarda yaşamanın bir bedeli olarak gözyaşlarımızı döküyoruz. Ama her kışın yüreğinde titreyen bir baharın olduğunu, her gecenin peçesinin ardında tebessümle bekleyen bir şafağın olduğunu, en karanlık gecenin sona erip güneşin tekrar doğacağını, hayatın zaman zaman darlaşsa da umudun bize geniş zamanlar vaat ettiğini biliyoruz ve buna inanıyoruz. Yaşamda umutsuzluk yoktur, umutsuzluğun pençesine düşen insanlar vardır… Bu topraklarda yaşayan bizler her acıya rağmen umudumuzu korumayı öğrendik. Çünkü bütün yıldızlar sönse ve her şey kararsa bile bizim ruhumuzda tek bir yıldız parlamaya hep devam eder, bu da umudun yıldızıdır; ay yıldızımızdır. Korkular bizi mahkum eder ama umudumuz bizi özgür bırakır. Terör eylemleri gülüşümüzü bombalarla patlasa da, umudumuza işleyemez; geçmişimiz kayıplarla, geleceğimiz umutlarla doludur bizim, yaşanan an KARA olsa da yarınımız AYDINLIK bizim…
NEFRET NEFRETİ, ŞİDDET ŞİDDETİ DOĞURUR
Birbirimize bağımlılığımız her geçen gün artarken, öte yandan da birbirimizle daha fazla çatışmaya giriyoruz. Neden bizi birbirimize bağlayan bağları ve ortak yanlarımızı görmeden birbirimize karşı tavır alıyoruz? Dostoyevski’nin ünlü sözündeki gibi “Herkesi öldürüyoruz sevgili dostum! Kimini kurşunlarla, kimini sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla…” Ama niye? Çünkü bize çatışmayı, kavgayı kendi hedeflerimizmiş gibi dayatan, böylece bizi sevgi ve yakınlık gibi temel ihtiyaçlarımızdan uzaklaştıran, farklılıklarımızı hoş görmeyi, birbirimizi affetmeyi unutturan güçler iş başında… Sevgi, yakınlık ve affetme duygularımızın yıkıcı bir öfkeyle içimizden sökülmesi bize insanlığımızı unutturuyor. Topluma güvensizlik ve huzursuzluk tohumları ekiyor. Yaşanan karmaşada insanlar kendilerini tehdit altında hissediyor ve korunma yolu olarak şiddeti seçiyorlar. Yaşamları sevgisizlik ve umutsuzlukla yoğrulmuş insanlar acılarını başkalarının acılarıyla bastırmaya, kavgaya, şiddete, nefrete ve öldürmeye yöneltiliyor. Otoriteyle özdeşleşme yoluyla güçlü bir biçimde pekiştirilen saldırganlık ve şiddet farklı ideolojik renkler taşısa da bu şiddetin ardındaki nefretin kökleri her zaman kişinin kendine olan nefretinde ve inkâr etmeye çalıştığı aslında kendisinin de kurban olmasına duyduğu nefrette yatıyor. Böylece insanların kendilerini algılayış biçimleri, şiddete dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelerek bir kısırdöngü yaşanıyor; nefret nefreti, şiddet şiddeti doğuruyor.
DÜNYAYI SEVGİ KURTARIR
Şiddeti görmezden gelmekle onu desteklemiş, onaylamış oluyoruz. Şiddet ve acı karşısında kayıtsız kalmak, acıyı giderek daha az algılamamıza yol açıyor. Çünkü algıladığımızda bir şey yapmamız gerekir ama bu sorumluluğu almak korku vericidir, bu nedenle biz de kayıtsız kalmayı tercih ediyoruz. Acıyla bağımızı yitirdiğimiz için duygudaşlığımızı da yitiriyor ve kayıtsız insanlardan oluşan bir toplum haline geliyoruz. Bunun nedeni, korku ve empatinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Benzer şekilde, acının inkârı da, sevgisizliği sevgi olarak gösteren bir dünyanın terörü altında hepimizin ezilmesi anlamına gelir. Oysa Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi “Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama; ikisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız SEVMEYİ BAŞARSAK, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak, nefrete, hasede ve KİNE BULAŞSAK, tepetaklak cehenneme düşüveririz…” Dünyada cehennemi yaşamamanın yolu; kin, nefret ve şiddetten uzaklaşarak sevgi ve empati içinde yaşamak; farklılıkları aykırılık değil, zenginlik olarak görmek; affetmeyi ve hoşgörüyü zayıflık olarak değil, erdem olarak görmektir; dağıtarak, parçalayarak değil, toplayarak, birleştirerek var olmak, birlikten kuvvet doğurmaktır.