“Konuşma merkezli psikoterapi” olarak da adlandırılan birey odaklı psikoterapide, insanın sağlıklı gelişimi için temel ihtiyacının olumlu ve koşulsuz bir şekilde değer görmek (özellikle de kendi ebeveynleri tarafından) olduğu varsayılır.
Çocukluk dönemindeki olumsuz deneyimler, kişinin kendisi hakkında olumsuz bir imge oluşturmasına yol açar. Bu nedenle, kişinin yapıcı deneyimler yaşayıp kendisini gittikçe daha iyi anlama ve geliştirme yeteneği kısıtlanabilir. Bunların üzerine bir de zor yaşam şartları ve içinde bulunduğu ilişkinin veya iş hayatının sorunları eklenebilir. Birey odaklı psikoterapiye göre, psikolojik sorunlar genelde insanın kendi kendini algılayış şekliyle çelişen deneyim ve duygularını kabullenememesi yüzünden oluşur. Birey odaklı psikoterapide, her insanın olumlu yönde gelişme yeteneği olduğu varsayılır. Bu yüzden; psikolojik bir sıkıntı yaşanması durumunda kendi durumunu en iyi analiz edebilecek ve sorunlarına çözüm geliştirecek olan da insanın kendisidir. Birey odaklı psikoterapide danışan “kendi kendinin uzmanı” kabul edilir. Bu nedenle terapinin merkezinde kendini keşfetme vardır. Danışanın doğal gelişme ve iyileşme süreci, psikoterapistin onu mümkün olduğunca değerlendirmeden, onunla empati kurarak, duygularını anlayarak geri bildirimlerde bulunmasıyla desteklenir. Psikoterapist, danışanı koşulsuz bir şekilde ve olduğu gibi kabul eder, yani onun her davranışını değerlendirmeden, kişiliğini tutarlı bir şekilde görerek, sağlığına kavuşmasına yardımcı olmaya elverişli bir ortam oluşturur. Danışanın psikoterapi sürecinde yaşadığı deneyimler ve kazandığı yeni beceriler, gelecekte karşılaşabileceği sorunlara da yaratıcı çözümler bulmasına yardımcı olur. Birey odaklı psikoterapide, özellikle danışanın duygusal deneyimleri vurgulanarak duygularının ve düşüncelerinin değiştirilmesine odaklanır. Psikoterapist ile danışanın karşılıklı oturduğu konuşma merkezli psikoterapi, genellikle haftada bir seans olmak üzere, altı ay ile bir yıl arasında sürer.
Bireylere esas itibariyle güvenilmesi gerektiğini savunan ve insanların kendi kendilerini anlamaları için güçlü bir potansiyele sahip olduklarını belirten Carl Rogers, psikolojide hümanistik yaklaşımın kurucularından ve psikoterapi araştırmaları yapan psikologlar içinde en önemlilerinden birisi olarak görülen ABD'li psikologdur. Danışanın iyi bir terapötik ilişki içerisinde olduğunda kendini yönlendirip gelişebilme gücüne de sahip olacağını ifade eden Rogers, 20. yüzyılın en çok etkilenilen altı psikoloğundan biri ve Sigmund Freud'dan sonra en önemli klinikçi olarak gösterilmektedir. “Danışandan hız alan yaklaşım”, varoluşçu felsefe gibi insancıl yaklaşımların bir koludur ve 1940’lı yıllarda yönlendirici ve geleneksel psikoterapi yaklaşımına karşı olarak “yönlendirici olamayan danışma” adı altında Rogers tarafından geliştirilmiştir. Kendi özerk iradesine uygun davranabilme, değişik yaşantılara açık olma, kendinin güçlü ve zayıf yönlerinin farkında olma, kendini ve başkalarını olduğu gibi kabul etme, değişime açık olma, Rogers’a göre ruh sağlığının işaretleridir. Terapist bu işaretleri ortaya çıkartmak için gerektiğinde kendisine ait bir hatırayı danışanın iyileşmesine vesile olabilmek için kullanabilir ve gerektiğinde kendisini terapinin bir parçası kılabilir. Ayrıca Rogers, terapistin danışanına koşulsuz olumlu kabulle yaklaştığında, onu etkin biçimde dinleyip düşünsel ve duygusal geri bildirimlerini duyarlı ve doğru bir şekilde verdiğinde gerçek empatinin ortaya çıktığını ileri sürmüş ve empatiyi kuramının merkezine yerleştirmiştir. Yani empati danışanın içsel başvuru çerçevesini ve ona eşlik eden anlamları, duyguları, düşünceleri, seçimleri sanki danışanın yerindeymiş gibi ama terapistin kendini kaybetmeden algılama durumudur. Terapist, danışanın dünyasına girip, onun dünyayı nasıl algıladığını hissedebiliyorsa, onun ayakkabılarıyla onun yolundan yürüyebiliyorsa, onun gözleriyle onun hayatını görebiliyorsa, danışanın duygularını ve bu duyguların altında yatan davranış ve yaşantıları anlayıp bunu karşısındakine sahici bir şekilde iletebiliyorsa, açık empatik anlayışa sahip demektir. Bu da danışanın direncini kırarak ruhsal problemin çözümüne ve eyleme geçme konusunda onu motive edebilir. “İyi bir yaşam, bir durum değil, bir süreçtir. Bir varış noktası değil bir yöndür” diyen Rogers, bu hedefe ulaşan insanlara “potansiyelini tam kullanan kişi” adını vermiştir.