Buğdaylar sevilir; çünkü onlar alçak gönüllüdür. Bu nedenle, büyüyüp olgunlaştıklarında yani içleri dolup ağırlaştıkları zaman başlarını yere eğerler. İnsan da böyle olmalı.
“Haset”; kıskançlık, kendinde olmayan bir şeye aşırı istek duyma ve beraberinde ona sahip olanın elinden gitmesini isteme, başkalarının başarılarına katlanamama duygusudur. Hani diyor ya Mevlana; “Haset; kusur ve ayıbın mayasıdır!” diye, ne kadar doğru! Bu duyguya sahip bazı kişi ve kurumlar; “Bir hekimin ve terapistin öncelikli görevi, bilgilendirerek hastalıkları önlemeye ve bilimsel gerekleri yerine getirerek hastaları iyileştirmeye çalışarak insanın yaşamını ve sağlığını korumaktır!” ilkesinden bihaber olarak hekimlik ve terapistlik mesleği çerçevesinde yapılanlardan rahatsızlık duyuyorlar. Ama meslek uygulaması sırasında “etik kurallara uyulması”, “iftira atılmaması” ve “insan onurunu gözetmesi” de hekimin ve terapistin öncelikli ödevidir, bunu hatırlamıyorlar. Genel olarak anlamadıkları şeyleri “anlamsız ve bilimdışı” kabul etmeleri akla ziyan bir gerçeklik olabilir, ancak bilimsel yöntem bu tuzağa düşmemeyi gerektirir. Mevlana’nın dediğini hatırlatalım: “Bir bıçak kendi sapını başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedavi edemezsin. Dünyevi duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabipten, kişiyi sonsuza yücelten güzel hislerin sıhhatini de âlimden öğren. İki parmağını ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu âlem yok değildir. Görmemenin ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir. Sen evvela gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. İnsan gözden ibarettir. Geri kalansa cesarettir. Göz ise ancak dostu görene denir.” Bu nedenle herkes aldığı aile terbiyesi, bilimsel birikimi, hoşgörü anlayışı, terapi yapma ve insanı anlama becerisi doğrultusunda mesleğini icra eder, işini yapar. Hayata ve olaylara kendisi gibi bakmayanlara tarz dayatmaya, terapistlik mesleğinin temizlenmesi konusunda ahkâm kesmeye, halt bildirmeye ve bilimsel fetişizme gerek yoktur. Herkes ne arıyorsa, O’dur.
Birisinde görülen her olumsuzluk, negatiflik, eleştiri veya suçlama, aslında tüm bunları yapan kişide vardır. Kişi kendinde olmayanı başkasında görmez. Kendisinin yapmadığını bir başkasına suçlama olarak söylemez. Yani kavgalarda söylenen suçlamaların hepsi, aslında kişinin kendi kusurlarını görmesi için bilinçdışının ona sunmuş olduğu bir formüldür. Kişi birisine “Bilimdışı, yeterli değil!” dediğinde aslında bu ifade, onu kullanan kişinin bilimdışı olduğunun ve yetersizliğinin olduğunu gösterir. Haset ve kıskançlıkla yoğrulmuş kişiler genelde bu tür sözleri çok söylerler, kedi gibi uzanamadıkları ciğere mundar derler. Böyle olunca aslında haset kişi kendi yetersizliğini ve aşağılık duygularını görmek yerine kıskandığı kişide kendi kusurlarını görür. Tıpkı Mevlana’nın sözündeki gibi,“Karşındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü.” Kişi içinde olup da kabul edemediği ya da aşamadığı bazı kusurları başkalarında çok kolay fark eder. Yani Mevlana, “Karşınızdakini suçlamak ve değiştirmektense işe önce kendinizden başlayın ve kendinizi düzeltin.” diyor. Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak, o ayıbın merhemi ve ilâcıdır. Değişim herkesi korkutur.
Gözlüklü öküzlerle şişman domuzlar konuşabilselerdi, konuları hep ot ve yem üzerine olurdu. Hep başkalarını eleştiren ve “kendi bakış açılarının mutlak doğru olduğunu dayatan insanlar” da onlardan farksızdır. Konuştukları her şey ot ve yem üzerinedir. Ancak ot nedir, yem nedir, değişir sürekli. Son zamanlarda yazılanlara ve söylenenlere bakıldığında; erdemden uzak birilerinin hasetlendikleri kişilerin arkasından konuştukları, iftira attıkları ve asılsız şikâyetlerle birilerini karalamaya çalıştıkları görülüyor. Böyle yaptıklarına göre hakkında konuştukları kişiler onlardan önde demektir. Dünyanın kanunlarından biridir bu, arkadan konuşmaya devam ederler, çünkü karşılarına çıkacak kadar büyük olmadıkları gibi, kendilerine olan hâkimiyetlerini yitirdiklerinin farkında bile değillerdir. İnsan kendine olan hâkimiyeti yitirdiği ölçüde özgürlüğünü de yitirir. İnsanın kendini kontrol edebilmesi için, kendinden emin ve kendine hâkim olması gerekir.
İnsan hasetten ve kinden arınmalı, zararsız olma düşüncesini benimsemelidir. Bu anlayış düşüncelerin hırstan, nefretten arınarak sonsuz bir açıklığa, cömertliğe sahip olmasıyla kazanılır. Yani insanların yalan, iftira, hakaret ve boş konuşmalardan uzak durması gerekir. İnsan sadece yararlı diye adlandırılan eylemlerde bulunmalı ve herhangi bir eylemde bulunurken şikâyet etmekten kaçınılmalıdır. Yapılan eylemin insanın kendisine ve başkalarına mutlaka bir yararı dokunmalıdır.
İnsan doğasındaki bütün iyi huylar, insanın ruhsal yetkinliği ve olgunluğu, ahlakın övdüğü iyilikçilik, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk gibi niteliklerin genel adı erdemdir. “Erdem” bazen ahlak anlamında, bazen etik anlamda, bazen adalet anlamında kullanılır. Erdemi kısaca insanı insan yapan değerler bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Erdem insana dair güzel şeylerdir, mutluluktur, sevgidir, dostluktur, dinlemektir, şükretmektir, alçakgönüllülüktür, hoşgörülü olmaktır. Erdem kinden nefretten, düşmanlık duygusundan kalbi arındırmaktır. “Erdemli görünmek”, erdemden bahsetmek kolaydır, insana külfet yüklemez, esas olan erdemli yaşamaktır. İnsan o zaman erdemin sorumluluğunu alır bedelini ödemiş olur. Gerçek erdem, insanın kendi bakış açısını ortaya koyarken kendini beğenmemesi, kendisi gibi düşünmeyenlere saygı gösterebilmesi, üretmesi ve yaptıklarını yeter bulmamasıdır. Ancak “bilgisiz erdem” olmaz, olsa da zayıf ve faydasız olur. “Erdemsiz bilgi” ise tehlikelidir, aşağılayıcıdır, hasetlendiricidir ve huzursuzlaştırıcıdır. Demek ki bilgi sahibi olmak yetmez, “gerçekleri anlayabilmek” ve “yalanlardan uzak durabilmek” için erdem sahibi olmak da gerekir. Ayrıca insan ne kadar az bilirse o kadar çok bildiğini sanır, çevresindekileri oldukları gibi değil, olduğu yerden ve “olduğu kadar” görür. Kimse, görmek istemeyen kadar kör değildir. Bu nedenle insan her koşulda ve engellere rağmen inandığı gerçekleri savunmalı ve fark yaratmalıdır. Eğer insanın yürüdüğü yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki, o yol onu bir yere ulaştırmaz. Bu nedenle erdemli insan tüm engelleri aşmak için yiğit ve kararlı olmalı, gerektiğinde susmayı tercih etmelidir. Ancak Mevlana’nın dediği gibi, suskunluğu asaletinden olmalı, her lafa verecek yanıtı olsa da, bir lafa bakmalı laf mı diye, bir de söyleyene bakmalı adam mı diye. Yiğitliğini intikam almakla değil, tahammül göstermekle ortaya koymalıdır.
“Susmak”; olgunca kabullenmektir habersiz geleni, bazen acı çekmektir, haklılığını bile bile boyun bükmektir ve dinlemektir alabildiğine hırçın düşünceleri. Yine Mevlana‘yı hatırlatalım: “Anladım ki susmak bir cüsse işi, derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor, derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor ve susan her şey derin ve heybetli…” Bazen de insan konuşmaya tenezzül etmez suskun sanırlar ve umursamazlar. Bilmezler ki, konuşacak olsa yüzüne bakacak yüzleri kalmaz! Çünkü dilin tehlikesi büyüktür, kalemin lekesi. Dilin tehlikesinden kurtuluş ancak susmakla mümkündür. Bunun için tüm öğretiler susmayı övmüş ve takipçilerini susmaya teşvik etmiştir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta, mesnetsiz iftiralar atmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet… Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür.
Gerektiğinde sesini değil, sözünü yükseltmelidir insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan. Bu nedenle insan eserleriyle konuşmaya çalışmalı, suçlamak ve iftira atmak yerine yazmalı, üretmelidir. İnsan kendini bilmeli, bu nedenle kendini bilmezlerin söylediklerinin ve yazdıklarının anlamsızlığını onlar adına utanarak fark etmelidir. Unutulmamalıdır ki, gereksiz eleştiri sadece gizli hayranlıktır. Bazen alınabilecek en büyük intikam; affetmektir ve bazen insanın karşındakine verilebileceği en güzel yanıt; gülüp geçmektir. Çünkü seviyesizlerin ve hasetlenenlerin nefretinin asıl nedeni; olmak istedikleri halde asla hasetlendikleri kişi gibi olamayacaklarını bilmeleridir.
Kimi susmalar anlatılamayacak haklılıktan kaynaklanır. Boş sözlerden yüz çevirme fiilini yaşamanın adıdır susmak. Konuşmanın fayda vermediği yerde susmak gerekir. Gereksiz konuşmak, faydasız konuşmak israftır, zaman öldürmektir. Bu nedenle “Söz gümüşse sükût altındır!” dememiş mi atalarımız. Maalesef, günümüzde ağzı olan konuşuyor, dili olan söylüyor, sesi çıkan bağırıyor, kalemi olan yazıyor. Maalesef sözlerin çoğaldığı, erdemin ve doğru eylemlerin azaldığı ve boş muhabbetlerin arttığı bir zamanı yaşıyoruz.
Sunay Akın’ın dediği gibi bazen susmak gerekiyor, bazen bomboş bakmak gerekiyor hayatın yalanlarına, iftiralarına, hasetlerine, kıskançlıklarına. Susmak ve onlar için “Bir gün yaptıkları haksızlıkların ve bu şekilde adam olamayacaklarının farkına varırlar!” diye beklemek, “Kimseyi küçümseyecek kadar büyük değilsiniz, çünkü gün gelir; küçümsediğiniz her şey için önemsediğiniz bir bedel ödersiniz!”, “Karanlığa söveceğinize, kalkın bir mum yakın!” ve “Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, salakların abuk sabukluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır!” özdeyişlerini hatırlatarak sabırlı olmak gerekiyor. Bu nedenle kişiye göre davranılmalı, küçükle küçük olunmalı hatta ama seviyesizin seviyesine inecek kadar düşülmemeli bu hayatta. Unutmayın “edepli” edebinden susar, “edepsiz” “Ben susturdum!”sanır. Meğer susmak; insanın iç dünyasından gelen seslerle konuşmasıymış, kendi kendine yazmasıymış…
Sonuç olarak; bir işi "bilen" yapar, "az bilen" akıl verir, "bilmeyen" eleştirir, "yapamayan" çamur atar…