Terapist söylenebilecek her şeyi somut ifadelerle, açıkça, olabildiğince kısa ve öz bir şekilde söylemelidir, hatta kendini üç beş cümleyle bir iki dakika içinde ifade etmelidir çoğu zaman… Bunun ötesi nutuk çekmek olur ve terapi alan danışan terapistin dinleyicisi haline gelir; oysa dinlemesi gereken terapist, konuşması gereken de danışandır… Ayrıca terapist gerekmedikçe tavsiyede de bulunmamalıdır. Danışanlar tavsiye istiyorlarsa google arama motoruna, kütüphaneye, arkadaşlarına veya dostlarına, aile bireylerine başvurabilirler. İnsanlar terapistlere tavsiye almak veya nutuk dinlemek için gelmezler; dinlenilmek, anlaşılmak, fark edilmeyeni fark etmek, bütünleşmek ve kendilerini gerçekleştirmek için gelirler, çünkü “iyileştirici bir deneyim” arayışındadırlar.
İNSAN KORKAN BİR CANLIDIR…
İnsan bazen geçmişin gölgesinde kalmış bir hayat yaşar. Kendine diğerlerinin onu kontrol ettikleri, “koruma ve kollama” adı altında kullandıkları, korkularının hapishanesine kendini esir ettiği bir durum yaratır. Bu öyle bir durum olur ki, geçmiş geçmişte kalmış değildir, şu an ve şimdi, burada yaşanmaktadır ve her gün çocukluğun hayaletleri yeniden uyandırılmaktadır. Bu nedenle insanın her şeyi olduğu gibi görebilmesi, resmin bütününü fark edebilmesi ve kabul edebilmesi için bilgiye ve terapist gibi iyi bir rehbere, cesarete ve zekâya ihtiyacı vardır. “Korkuyorum” demek, gerçekte “bir parçam korkuyor” demektir. İnsan, korkan parçasıyla kendini bir bütün olarak olduğu gibi, koşulsuzca kabul etmeli, o parçasını asla değiştirmeye çalışıp, reddetmemelidir. Korkan parça, yaralı, şüphelerle dolu olan parçadır; terk edilmemelidir, aksine sahiplenilmeye ve sakinleştirilmeye ihtiyacı vardır. Çünkü değişimden korkan bir parçanın olması, insanı başarısız, korkak veya kötü biri yapmaz; insan olduğu gerçeğini gösterir hem de bilge ve cesur parçasının varlığını ortaya koyar. Çünkü insanın içinde her şey zıddıyla vardır; korkan birinin cesur yanı, cesur olanın korkan yanı, öfkeli olanın sakin yanı gibi…
KORKULACAK TEK ŞEY KORKUNUN KENDİSİDİR…
Mantıktan daha kuvvetli olan “korku”, insani bir duygudur. “Korkmuyorum” diyen bir kişi ya başkalarına yalan söyler ya kendine yalan söyleyip kendini kandırır ya da farkında bile olmadan insan olduğu gerçeğini inkâr eder. Oysa korkulacak tek şey korkunun kendisidir… Bu nedenle önemli olan korkmak veya korkmamak değil, korkuyu cesaretle kabullenmektir. Kadim Çin Felsefesi olan Taoculukta bahsedildiği gibi zıtlıklar âleminde yumuşak, serti yener. Cesaret ise, korkunun tam tersidir. Korkunun olduğu yerde “korkaklık” da vardır ve orada karmaşanın, gerginliğin ve sıradanlığının olması kaçınılmazdır. Korku ve korkaklık hep birliktedir, birbirlerini desteklerler. Cesaretle birlikte ruha şifa, farkındalık, keskinlik, zekâ, açıklık, koşulsuz sevgi ve kabul gelir, hepsi bir arada bulunur.
KORKU BİR BELİRTİDİR…
Bir gölge gibi peşimizi bırakmayan korku bir semptomdur, yani bir belirtidir. Çok güçlü bir duygu olan korku, insanı tehlikelere karşı uyaran bir koruma ve savunma mekanizmasıdır. İnsan özgürlüğünü kaybetmekten, bilinmeyenden, ağrı ve acı duymaktan, hayal kırıklığı yaşamaktan, mutsuz olmaktan, yalnız kalmaktan, alay edilmekten, reddedilmekten ve başarısızlıktan korkar ama en çok ölmekten korkar, yani tüm korkuların özünde ve temelinde “ölüm korkusu” vardır. Osho’nun dediği gibi,“Birçok korku vardır ancak bunlar temel olarak tek bir korkudan türemiş filizlerdir, tek bir ağacın dallarıdır. Bu ağacın adı ölümdür. Bu korkunun ölümle ilgili olduğunun farkında olmayabilirsin ama her korku ölümle bağlantılıdır… Bir çocuğun doğduğu anı, hayatın başlangıç anı olduğunu sanırsın. Bu doğru değil. Yaşlı bir adam öldüğü zaman, hayatının sona erdiğini düşünürsün. Bu doğru değil. Hayat, doğum ve ölümden çok daha büyük bir şeydir. Doğum ve ölüm, hayatın iki ucu değildir; hayat içinde birçok doğum ve ölüm gerçekleşir. Hayatın bir başlangıcı ya da sonu yoktur; hayat ve sonsuzluk aynıdır. Ama sen hayatın ne kadar kolay ölüme dönüşebildiğini anlamıyorsun; bunu kabullenmek bile imkânsız…” Bu nedenle ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ölüm korkusu temelde dört korkuyu içerir: ölümün kendisinden korkmak, ölümden sonra geride kalanlara neler olacağından korkmak, ölüm sonrası bilinmezlikten korkmak ve yok olmaktan korkmak…
KABULLENME VE ANLAYIŞ RUHA ŞİFA VERİR…
Korkan bir danışan bütün yara bereleriyle, acılarıyla tam anlamıyla, olduğu gibi, koşulsuzca kabullenilmek ister. Çünkü karşılığında hiçbir şey beklemeyen, gerçek bir kabullenme ve anlayış ruha şifa verir. “Okyanusa kavuşacak bir nehir gibiyim. Nehir, okyanusa karışmadan önce bir an için bekler ve geçmiş olduğu bütün o yerleri anımsar; ormanları, dağları, insanları… Binlerce kilometre uzunluğunda zengin bir hayatı oldu ve şimdi, bir anda sonsuz okyanusun içine karışacak. Tıpkı okyanusa kavuşmadan önce geri dönüp bakan nehir gibi, ben de geri dönüp bakmak istedim” diyen bilgenin ölümü kabullenişi gibi olmalı, terapistin danışanı kabullenişi… Sokak lambalarının ışığının, gecenin karanlığını tamamen dağıtmasa bile yolda yürüyen bir insanın yolunu aydınlatarak onu rahatlatması gibi, böyle bir kabullenme de tüm korkuları ama başta en temel korku olan ölüm korkusunu bir miktar azaltır. Terapiye can suyu veren “kabullenilme”, danışanın algılarını tamamen açık hissetmesine, kendi içine ve etrafına göz atmasına, kendini güvende hissetmesine, varlığının nedenlerini anlamlandırmasına, özgüven duymasına, rahatlamasına ve gevşemesine yardım eder. Bu nedenle danışanın ödediği “terapi ücreti” onun pasaporttur, “aldığı terapi hizmeti” ise yolculuğudur. Ülkemizin en saygın klasik batı müziği piyanisti ve bestekârı olan Fazıl Say’ı dinlemek için para ödemek zorunda olmamız; Fazıl Say’ın aklının fikrinin ödediğimiz paramızda olduğu, hissetmeden para için, duygusuzca çaldığı anlamına gelmediği gibi, terapi için de para ödemek danışanın kendisiyle, sevdikleriyle ve dünyayla olan bağlantısının gerçek olmadığı ve koşulsuz bir kabullenmeyle dinlenmediği anlamına gelmez.