Bir şeyden kurtulmak veya kaçınmak için ileri sürülen gerekçeye, kendini veya başka birini özürlü göstermek için ileri sürülen sebebe, özre, bahaneye “mazeret” denir. Bilge’nin mazeret üretmenin dayanılmaz ağırlığına dair anlattığı bir hikayeye göre eski zamanlarda küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış.
Birinci mahallede "evet amacılar" yaşarmış. "Evet amacılar" her zaman ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş ama bir işi yapma zamanı geldiğinde ise "Evet, ama …" diye mazeret üretirlermiş. Mazeretleri, onları istediklerinden uzaklaştırırmış. Bu nedenle sorumluluk almak yerine, suçu başkalarına atmakta ustalaşmışlar. İkinci mahallede"yapamayacağımcılar" yaşarmış. Ne yapacaklarını belirlemelerine ve kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlamalarına rağmen, tam yapacakları sırada "Asla yapamam, başaramam" diye mazeret üretirler ama şanslarını kaçırdıklarının farkına da varırlarmış. Bu nedenle dizleri dövülmekten yara bere içinde kalan bu insanlar, yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş. Üçüncü mahallede yaşayanlar ise "keşkeciler" olarak bilinirmiş. “Keşkeçiler”in hayatı algılama yetileri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama maalesef her şey olup bittikten sonra "Keşke şöyle olsaydı" diye mazeret üretirlermiş. Bu nedenle kafalarını duvarlara vurmaktan dolayı “keşkeciler”in başları hep kanarmış. Dördüncü mahalle kasabanın en yeşil bölgesi ve en güzel evlerin olduğu mahalle imiş. Temizlik, su, yol ve çöp sorunu yokmuş. Huzur derseniz herkes güler yüzlüymüş. Bu dördüncü mahallede ise "iyi ki yaptımcılar" otururmuş. “İyi ki yaptımcılar”ın kusuru ise beyinlerinde "mazeret üretme" merkezlerinin olmamasıymış, bu yüzden keyifli, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürerlermiş.
MAZERET YERİNE GERÇEKLERE TUTUNMAK…
Terapide danışan "gerçek" hikâyesini anlatmak yerine ilk önce mazeretlerini anlatır. Oysa terapiye başvurması mazeretlerinin işe yaramadığının yegane kanıtıdır. İnsan ne düşünürse onu yapar ve mazeretlerini gerçeklerden önde tutar. Çünkü insan muhafazakar bir canlıdır, onu üzen ve mutsuz edenler "tanıdık ve güvenli" gelir, mutlu ve iyi edecek olan gerçekler ise "yeni ve korkutucu" gelir. Ne de olsa mazeretler eski bir dost gibi her gün kullanılır, korkutucu olan gerçek hikâyelerse gerekmedikçe kullanılmaz. Doğal olarak insan kendini korumak, tanıdık ve güvenli olanı yapmak adına, acı verici unsurlarından, yetersizliklerinden ve felaketlerinden kendisini ve sevdiklerini uzak tutmak ister. İşte tam da bu noktada gerçekleri inkâr etmek ve hayatı daha katlanılır kılmak için "mazeretler" devreye girer. Oysa yapabileceğimizin en iyisini yapmak, hiç yapmamaktan ve mazeret üretmekten iyidir. Mazeret bulmaya çalışmak yerine kişinin kendini beklenen standartlardan çok daha fazlası için sorumlu tutması gerekir. Yani insan aklını mazeret üretmek için kullanmak yerine, onu mutlu edecek bir kaldıraç olarak kullanmalıdır. Dolayısıyla terapide de yapılması gereken, danışanı mazeret üretmekten kurtarmak, gerçek hikâyesine yani konu başlığından olayın kendisine yönlendirmek gerekir. Ancak terapinin başlangıcında danışan, sunduğu mazeretlere terapistin inanıp inanmayacağını ve eğer inanmazsa onu reddedip reddetmeyeceği test eder.
TERAPİYLE DERİN BİR KABULLENİŞE VE ANLAYIŞA YOLCULUK…
Danışanın terapinin başında söyledikleri genellikle mazeretlerdir, saf gerçek değildir. Neticede gerçeği saptırmak, gerçeği inkar etmek ve gerçekleri gizlemek temel yaşam becerileri arasında yer alır. Bu nedenle de "saf gerçeği aramak", mazeretleri reddetmeyi, gerçekleri karartmayı ya da kendini kandırmaktan kurtulmayı değil, mazeretleri de içine alan derin bir kabullenişi ve anlayışı kapsar. Bireylerin duygusal ve davranışsal sorunlarının çözümünü, ruh sağlıklarının geliştirilmesi ve korunmasını amaçlayan tekniklerin genel adı olan "psikoterapi" sadece mazeretlerden gerçeğe, insanın karanlık yönünden aydınlık yönüne bir yolculuk değil, bunların arasındaki doğru dengeyi bulma çabasıdır. Çünkü psikoterapi, daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren danışanlarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi bilim ve sanatıdır. Bu yüzden bu sanatın icrasını yaparken mazeretin değerini ve nasıl kullanılabileceğini, kişiler arası ilişkilerde neye hizmet ettiğini kavramak önemlidir. Psikoterapi sürecinde terapist ile danışan arasında kurulan ilişki temel alınarak danışanın yaşadığı sorunlar üzerinde çalışılırken, danışanın kendisini tanıması, hayatına dair farkındalıklar yaşaması, içgörü geliştirmesi, daha sağlıklı ilişkiler kurması ve yeni çözüm yolları geliştirebilmesi hedeflenir. Bu hedeflerin önündeki en büyük engel çoğu zaman mazeretlerdir. "Çıplak gerçek", çıplak vücut gibidir ve bu nedenle genellikle üzeri mazeret kıyafetiyle örtülür.Ancak mazeret her ne olursa olsun, şu gerçek değişmez: Mazeret üreten kişi sorumluluk almak yerine, asıl sorundan kaçar ve ürettiği mazeret ve bahanelerin arkasına saklanır, zamanla pasifleşir, gerçekleri saptırarak kendini kandırır, kendi gerçeğini görmezlikten gelir, müdahale yeteneğini köreltir. Çünkü "sebep" ve "suç" onun dışındadır, asla kendinde değildir. Benjamin Franklin'in dediği gibi; "İyi mazeret bulmayı başaranların, başka şeyler başardığı nadiren görülür…"