Bir ötekinin, yani nesnenin yaşadıklarına, duygularına, düşüncelerine ve isteklerine ilgisiz ve duyarsız kalan, sürekli olarak kendini ön plana çıkarmak isteyen, empatinin kitabını yazsa da gerçekten empati yapamayan kişilerde görülen “narsisistik yapı” diğer adıyla “narsisistik kişilik organizasyonu” hem ruhsal hem de kültürel bir durumu tanımlar. Ruhsal düzeyde bireyin narsisistik yapısı kültürünkine paralel bir gelişim gösterir. Yani ruh sağlığı, sosyolojiyi görmezden gelemez çünkü içinde yaşanılan kültür narsisistik imgeyi yaratır, imge de kültürü şekillendirir… Bu nedenle kültürde sorun yaratan abartılı güçlerin ve insanı narsisistik ihtiyaçların karşılanması için çılgınca davranmaya iten ruhsal etkenlerin anlaşılması gerekir. Eğer narsisistik birine dönüşmekten kaçınıyorsak içinde yaşadığımız kültürde sahici ve samimi bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmemiz önem taşır.
RUHSAL DÜZEYDE NARSİSİSTİK YAPI…
Ruhsal düzeyde narsisistik yapı, “kişinin zihninde yarattığı imgesine abartılı değer vermesi” ile kendini gösteren çok özel bir kişilik organizasyonunu ve narsisistik kişilik bozukluğunun temelini ifade eder. Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler, bir parçalarını değersiz, yüzeysel ve aşağılık hissettikleri için hep kendileriyle meşgul gibi görünürler ve ne hissettiklerinden çok, nasıl göründükleriyle ilgilenirler. Böylece abartılı değer verdikleri imgeleriyle çelişki oluşturan tüm duyguları ve diğer gerçekleri“inkâr” ederler. Bu yüzden de başkaları tarafından eleştirilmeye tahammül edemezler. Sürekli olarak karşılarındakilerden takdir, onay ve ilgi beklerler. Duyguların kitabını yazsalar da duyguları hissedemezler. Baştan çıkarıcı olmaya, olayları ve nesneleri çıkarları doğrultusunda değiştirmeye eğilim gösterirler; güç ve kontrol elde edebilmek için çabalarlar. Güç ve hayranlık konusunda doyumsuzdurlar. Kendilerini eşi bulunmaz biri olarak görürler. Kendi çıkarlarına odaklanırlar; insanları kendi istekleri ve amaçları için kullanmayı severler. Hayallerini abartmaya, kendilerini haklı çıkarmaya, başkalarını kandırmaya çalışırlar. Kendini ifade etme, kendine hâkim olma, erdem, haysiyet ve dürüstlük gibi insanlığın gerçek değerleri konusunda farkındalıkları ve içgörüleri yoktur; bunlar açısından eksiklikleri ve çok ciddi fakirlikleri vardır. Umutsuzluğa kapılmadan tüm gerçekleri saptırırlar ve çok iyi yalan söylerler. Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler “bedensel duygulardan türeyen kendilik” anlayışından mahrumdurlar. Tek parça ve sağlam bir kendilik hissi olmadan, hayatı boş ve anlamsız bir şey olarak deneyimlerler. Beklentileri karşılanmadığında kendilerine olan saygıları ve sahte özgüvenleri sarsılır, kırgınlık ve çökkünlük yaşarlar. Kendilerine ilgi göstermeyen, saygı duymayan herkesi küçümserler. Başkalarına imrenirler ama rahatlarından ödün vermezler. Başkalarını kıskanır, hasetlenir ama hep kendilerini beğenirler. Yaşları ilerledikçe, çekicilikleri ve güçleri kayboldukça zorlanırlar. Olumsuzluklar karşısında daha çok öfkelenirler, yıkıcı intikam duygusu beslerler. Yaşamlarına yapılan eleştiriler karşısında umursamaz bir tavır takınırlar; yapılan eleştirileri değersiz görürler. Tüm bunlar, narsisistik kişilik bozukluğu olanların çok acı ve üzüntü verici olumsuz özellikleridir.
KÜLTÜREL DÜZEYDE NARSİSİSTİK YAPI…
Kültürel düzeyde narsisistik yapı, çoğu zaman kişinin içinde yaşadığı aile ve toplum için yıkıcı sonuçlar doğurur. Kültürel ve insanî erozyonu temsil eden bu yapı, çevre üzerinde kirletici bir etki yarattığı için insanî değerlerin kaybı olarak görülebilir. Daha çok güç ve kâr uğruna hem insanlığını hem de içinde yaşadığı doğayı kurban eden kişi, insanî değerler ve ihtiyaçlar açısından her geçen gün fakirleşir, maddeci olur, kendine ve topluma yabancılaşır. Bunun sonucunda erkekle kadın, işçiyle patron, bireyle toplum, karşı karşıya gelir, çatışır, toplumsal huzur bozulur. Kişisel yeterliliğin, egosantrizmin, megalomanin, gücün, itibarın ve kendini üstün görmenin egemen olduğu, refahın bilgelikten daha yüksek bir mevkiye yerleştirildiği, şöhretin haysiyetten daha fazla hayranlık uyandırdığı, başarının özsaygıdan daha önemli bir hale geldiği, insandan ziyade “yaratılan imge"ye aşırı önem verilen “sahte ve içi boş bir kültür” ortaya çıkar. Bu yalancı kültür, insanların giderek daha fazla benmerkezci olmalarına, başkaları için özveride bulunmayı düşünmemelerine ve narsisistik bir biçimde sürekli kendileriyle ilgilenmelerine yol açar. Böylece rekabetçi koşullar ortaya çıkar. Kendini çok değerli, diğerlerini ise kendine hizmet etmek üzere dünyaya gelmiş insanlar olarak görenlerin; en kaliteli otomobile, en güzel eve, en güzel kadına, en yakışıklı kocaya sahip olmayı hayal edenlerin sayısı artar; sahte hayatları yücelten sosyal medya yaygınlaşır.
OKTAY’IN HAZİN ÖYKÜSÜ…
Kendini çok değerli ve önemli gören, algı penceresinin tamamı kendisine açılmış olan ve bu pencereden başkalarını göremeyen narsisistik kişilerin ortak özellikleri“insanlık eksikliği” olarak ifade edilebilir. Bu tür kişiler, ne işini kaybetmekten korkan bir insanın kaygısını, ne savaşla tehdit edilen dünyanın trajedisini hissederler, ne de bir başkasını gerçekten fark edip, düşünürler. Hep “kabarmak” isterler ama bazen de “çökkünlük” de yaşarlar. Ancak çökkünlük yaşadıklarında, üstün olan narsisistik yüzleri solar ve “çok özel oldukları duygusu” parçalanır, imgelerini geçici olarak kaybederler. Bunun sonucundaysa derin bir üzüntü yaşarlar. Bir devlet dairesinde genel müdür olan “Oktay” adını verdiğim danışanım görevden alındığında hayatın ne olduğunu keşfetmeye başlamıştı. “Bir şarkıdaki gibi bulutların üstünden bıraktım ben kendimi, sonumu düşünmeden… Hiç tatmadığım duygular sarınca beni gizlice tuttum üzüntünün, kederin, elemin elinden… Aynada yüzüme baktım usulca, gözlerim fısıldadı acıyı yavaşça… Çiçeklerin kokusu, dalgaların şarkısı, rüzgârın fısıltısı, bahçede hanımeli, gökyüzünde yıldızlar, yağmurun narin sesi doldu içime, acıyla… Şimdi her şeyin bir anlamı var, hayat nasıl da kırılgan…” diyordu. “Daha önce evimizin bahçesindeki çiçekleri hiç görmemiştim. Ne güneş ışığını, ne de börtü böceği… Hayatımı işimde ne kadar başarılı olduğumu göstermek için harcamışım…” diyen Oktay, hayatı onun planladığı gibi giderken çok mutluydu. Hatta “güç zehirlenmesi” yaşayıp, coşku ve kabarma nöbetleri geçiriyordu. Hiçbir şekilde gerçekleşemeyecek projeleri hayata geçiriyor, bazen gerçeklikten kopabiliyordu. Son projesinde kendine çok güvenmiş, aykırı seslere kulaklarını tıkamış, imkânsızı istemiş ama sonu acı ve hüsran olmuştu. Büyük bir utanç içindeydi. Bu sefer baltayı taşa vurmuştu. Genel müdür koltuğunu kaybetmiş, travmatize olup depresyona girmişti. Herkese, hayata, eskiden karşısında el pençe divan duranlara çok içerliyordu. Sanki en değerli hazinesini, kendine olan güvenini, abartılı ve “tümgüçlü (Tanrısal) imgesini” kaybetmişti. Bu kadar önem verdiği bir yapının patolojik olduğunu kabul etmek istemiyordu. Oktay terapiyle hayatında ilk kez ağlayabildi ve duygularını deneyimleyebildi… Çünkü Oktay’a uyguladığım tedavi, kendi vücuduyla bağlantı kurmasına, bastırdığı duygularını kabullenip deneyimlemesine, içindeki iyi ve kötü parçaları kabullenerek bütünleştirmesine, bir ötekinin (nesnenin) varlığını ve duygularını kabul ederek kaybettiği insanlığını tekrar kazanmasına yönelikti… İdealleştirme (ülküleştirme) ve değersizleştirme geçişlerine sahne olan, hoşgörünün ve anlayışın hâkim olduğu psikoterapi, Oktay’ın duygularını donduran katılığını yumuşatmaya ve kaslarındaki gerilimi azaltmaya çalışmayı da kapsıyordu. Çünkü “duygular bedenle deneyimlenmeden”, “hoşgörü” ve “anlayış”olmadan, hiçbir psikoterapi yaklaşımının ya da psikoterapi tekniğinin Oktay üzerinde derin bir etkisi ya da anlamı olmazdı. Oktay yıllarca kendini anlayacak bir kişiyi ümitsizce beklemişti. “Annem beni anlamadı. Babam hep benim başarılı ve güçlü olmamı istedi. Beni korkuları, sevgi ihtiyacı ve duyguları olan bir çocuk olarak hiç görmediler. İnsanlığıma saygı göstermediler. Oysa ben sadece bir çocuktum; Tanrı değildim. Yaşadıklarım bana ağır geldi. Hep bir gün beni anlayacakları ve koşulsuzca sevecekleri günü bekledim ama o gün hiç gelmedi. Beni gerçekten anlayacak bir insanı bekledim hep… İşte siz o kişisiniz…” diyordu. Uzun süre sonra Oktay’ın boş bakan gözlerinde yaşadığı acıyı gördüm, bedenindeki kasılmaları fark ettim, korkularını hissettim. Normalde insanı deliye çevirebilecek yoğunluktaki yüceltmelerine ve aşağılamalarına dayandım, hep samimi ve sahici oldum. Bir gün kendiliğinden Oktay’ın acısı son buldu ve kendine bir şekilde yardımcı olabildi…
ÇILGINCA ŞEYLER VE GERÇEK DIŞILIK…
Çocukluk ve ergenlik döneminde anne ve babasından yeterli duygusal sıcaklığı görememiş olan narsisistik kişilerde duyguların gelişimi çok yüzeysel olur. Ebeveynlerine sadece varlığıyla kendini fark ettiremeyen çocuk, sağlıklı anne ve baba imgesinden ve gerekli özdeşimlerden mahrum kalır. Başarılı ve güçlü olma gereksinimini, koşulsuz sevme ve sevilme, koşulsuz kabul ihtiyacının üstüne koyan davranış kalıbında “çılgınca” bir yan vardır. Bu nedenle kendisine, vücuduna ya da duygularına ulaşılmasına izin vermeyen narsisistik kişilerde de “çılgınca bir şeyler” vardır. Ebeveynlerinin çocuğun özelliklerini sürekli olarak yüceltmesi, kendilik duygusunun sürekli olarak beslenmesine ve abartılı bir imge yaratılmasına neden olur. Bu imgenin narsisistik yapının ortaya çıkmasında önemli bir katkısı olur. Benzer biçimde, yaşanılan kültürde güce ve paraya tapınmada; daha yüksek yaşam standardı adına havayı, suyu ve toprağı kirletmede; moda diye sunulan aşırı coşkunluk ve taşkınlıkta, sosyal medyaya teslim oluşta da çılgınca bir şeyler vardır. Bu nedenle sadece ruhsal değil, kültürel olarak da bir hastalık ve “gerçek dışılık” söz konusudur; hem de endişe, suçluluk ve günahkârlık gibi duyguların egemen olduğu nevrotik şikâyetlerin yerine, duygu eksikliğinin, içsel bir boşluk algısının, derin bir hayal kırıklığının ve temel ruhsal ihtiyaçların karşılanmadığı bir depresyonun hâkim olduğu, insan olmaktan çok bir makine gibi işlev gören insanların arttığı bir gerçek dışılık…
Bağırsak sağlığı, genel sağlığımız üzerinde büyük bir etkiye sahiptir ve mikrobiyom dengesi bu sağlığın önemli…
Aşkın derin cinsel bilgeliği, cinselliğin sadece fiziksel bir eylem olmadığını, duygusal, ruhsal ve enerjisel boyutlarının…
Anti-enflamatuar diyet, vücuttaki kronik enflamasyonu azaltmayı amaçlayan beslenme yaklaşımıdır. Kronik enflamasyon, cinsel işlev bozuklukları, kalp…
“Nutrasötikler”, besin ve ilaç karışımı olan, besleyici ve sağlık yararları sağlayan ürünlerdir. Bu ürünler, yaşlanma…
“Andulasyon terapisi”, “biyomekanik vibrasyon” ve “infraruj (kızılötesi) ışınları” birleştirerek vücudun çeşitli sağlık sorunlarını tedavi etmeyi…
Alkali diyet, vücudun pH dengesini alkalinize etmeyi amaçlayan bir beslenme tarzıdır. Bu diyet, asidik yiyeceklerin…