Kendine sevdalı olan; duygularını inkâr ettiği için etraflarındaki insanlarda duygu namına ne varsa emen; övgü, takdir, alkış ve hayranlık toplayarak beslenen ama kendinden hiçbir şey vermeye yanaşmayan narsisistik yapıdaki kişi, yaşadığımız yalan dünyaya mükemmel bir şekilde uyum sağlar. Çünkü narsisistik yapıdaki kişinin yüzeysel de olsa “başa çıkabilme yeteneği”, gerçekliğe tutunma becerisi ve inkâr ettiği kötü duygularına karşı koyma becerisi vardır. Ancak çocukluğunda sevgi ve değer görmeyip, bir de şiddette uğradığında, şiddeti gözlemlediğinde, başa çıkma yeteneği yıkıcı bir hâl alabilir ve “psikopatik davranışlar”a zemin hazırlayabilir.
KENDİLİK VE NESNE…
“Öz” olarak bilinen “kendilik”, insanın kendini ruhsal ve bedensel olarak algılaması, insanın kim olduğuna ilişkin sahip olduğu tasarımların ve imgelerin, inançların ve hislerin kümesidir. Kendilik, bireyselleşme, sosyalleşme ve olgunlaşma yoluyla edinilen, sembolik iletişim kurma ve ego farkındalığında bulunma gibi nitelikleri olan sosyal bir ruhsal yapıdır, kişinin kendi kişiliğine özgü içsel imgelerin tümü anlamındadır, dış dünyada var olan diğer nesnelerden ayrı olarak yaşanan ve algılanan fiziksel ve ruhsal bütün bir insanı kapsar. “Nesne” ise özün dışındaki eş, çocuklar, anne-baba, kardeşler gibi canlı veya cansız her şeydir, kendiliğin dışında kalan, yaşanıp algılanan her şey, yani ötekileri dolayısıyla diğer insanları da içeren bütün dünyayı kapsar. Kendiliğin sözcüklerden ve anılardan başka bir şey olmadığına işaret eden Jiddu Krishnamurti’ye göre; insanın “kim” olduğu ile “ne” olduğu arasında bir fark vardır. Çünkü “kendilik geçmiştir” ve kendini bilmek, kendini gözlemlemek, bir başkasıyla olan ilişkinizde gerçekten ne olduğunuzu gözlemlemek demektir. Kendiliğin tepkileri yakın olsun olmasın ilişki içinde açığa çıkacaktır. Bu nedenle insan bir ilişki içindeyken gerçekten ne olduğunu, tepkilerini, önyargılarını, hükümlerini, ideallerini anlamaya başlayabilir. Eğer birisine “Kendilik nedir?” diye sorarsanız, Krishnamurti’ye göre size şunları söyleyebilir: “Kendilik benim duyumlarımdır, benim hislerimdir, benim hayal gücümdür, benim romantik arzularımdır, benim sahip olduğum şeylerdir, bir eştir, benim niteliklerimdir, benim mücadelelerimdir, benim başarılarımdır, benim tutkularımdır, benim meyillerimdir, benim mutsuzluğumdur, benim neşeli anlarımdır.” Bütün bunlar kendilik olduğuna göre öznenin, kişinin ve kendiliğin dışında kalan her şey de “nesne”dir. Yani nesne; dış dünyanın bir parçası olarak bilincin karşısında duran her konu, her kişi, her şeydir, bir ötekidir…
İÇ RUHSAL YAPI: “İMGE VE TASARIMLAR DÜNYASI”…
“Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri veya görüntüsü” olarak bilinen “imge” yakın ilişkide bulunulan bir ötekinin yani nesnenin gözündeki kendine dair algılardır, “tasarım” ise kişinin kendi zihninde kurguladığı kendisine ait algılardır, kişinin kendini algılayış biçimidir. İmge ve tasarımlar insanın ruhsal dünyasındaki kendiliği ve nesneler dünyasını oluşturur. Her kendilik tasarımı bir nesne tasarımıyla bağlantılıdır ve bu ilişkiye bireyin ruhsal dinamiklerinin belirlediği bir “duygu” eşlik eder. Yani nesne ile kendilik tasarımı arasında “duygusal bir akım” vardır. Duygular aynı zamanda ruhsal yapının bağlayıcı öğeleridir. Ayrıca“kendilik imgesi” kişinin belli bir zaman veya belli bir durumda kendisi hakkında, bir ötekinin etkisiyle sahip olduğu imgedir. Bu imge kişinin vücuduyla ilgili imgesi ve belirli bir anda içinde bulunduğu durumla ilgili zihinsel tasarımından oluşur. Kendilik imgesi bilinçli veya bilinçsiz, gerçekçi veya çarpıtılmış olabilir. “Kendilik tasarımı”,kişinin kendisiyle ilgili oluşturduğu bilinçli veya bilinçsiz algıdır; pasif veya aktif olabilir. Son aşamada iyi ve kötü kendilik imgeleri ve tasarımları bir potada eritilerek“bütünleşmiş bir kendilik” oluşturulur.
KENDİSİNE SEVDALI İNSANIN İKİ PARÇALI RUHSAL YAPISI…
Sağlıklı bir gelişmede nesnenin kendilikten ayrışarak, nesnenin ve kendiliğin iyi ve kötü yanlarının, artı ve eksileriyle bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir. Bütünleşme bozukluğunda savunma amaçlı “bölme” savunma mekanizması etkin olarak kullanılır, iyi ve kötü yanlar birleştirlemez. Bir ötekinin, yani nesnenin varlığını hissedemeyen, nesneleri eli, kolu bacağı gibi bir uzantısı olarak algılayan, kendilik ve nesnenin kaynaşmış olduğu ve ayrılamadığı “narsisistik yapıdaki bir kişinin ruhsal dünyası iki parçalı”dır. Bir tarafta şişirilmiş “iyi”, diğer tarafta inkâr edilen “kötü” vardır. Yani narsisistik yapıda kendilik ve nesne diye bir ayrım yoktur, “kendilik nesneleri” vardır, nesneler kendiliğin bir parçası, bir uzantısıdır. Kendilik nesneleri; anne-baba, daha geniş anlamıyla da çocuğun yaşamında önem taşıyan, çevresinde bulunan kişilerdir. Bu ruhsal dünyada iyi tarafta ebeveynlerin yüklediği “özellik”, tümgüçlü beden imgesi, şişirilmiş kendilik ve nesne tasarımları ile nesne imgeleri yer alırken; kötü tarafta inkâr edilen gerçek beden imgesi, inkâr edilen kendilik ve nesne imgeleri ile nesne tasarımları yer alır. Burada “ya hep ya hiç” tarzı düşünme, bir şeyi “ak ya da kara” gibi iki zıt kutuptan birinde görme durumu söz konusudur. Her şey tek yanlı değerlendirilir. Bu nedenle narsisistik yapıdaki kişi, şişirilmiş imgesini temel aldığı seviyede, gerçeklikle tamamen ilişkili görünse de varlığının gerçekliğiyle, bedeniyle, duygularıyla temas kurmaz, yalan söyleme, çalma, sarhoşluk, sahtekârlık, kavga çıkartma, şiddet uygulama, hasetlenme, şikayet etme, yok etmeye çalışma, kabalık gösterme, gelişigüzel ve sapkın cinsellik gibi açık bir şekilde “psikopatik davranışlar” gösterebilir.
AHMET VAKASI…
Toplumda kendisine yüksek değer verildiğine inanan Ahmet, 40 yaşında, enerjik izlenimi veren, samimi ve sahici görünme konusunda iyi rol yapabilen ve göz alıcı bir gençliğe sahip bir avukattı. Vakur duruşu ve centilmen tavırlarıyla iyi bir aile terbiyesi ve üst düzey bir eğitim aldığını göstermeye çalışıyor, birçok konuda bilgi sahibi biri gibi konuşuyordu. İstanbullu zengin bir ailenin ilk erkek çocuğuydu. Ahmet, eski Türk filmlerindeki karakterleri andıran, beyaz eldivenler ve zarif şapkalar takan ve bir İstanbul hanımefendisi olmakla övünen soğuk ve mesafeli bir anne tarafından yetiştirilmişti. Ona aşırı övgüler düzen annesinin etkisiyle Ahmet kendi değerine ilişkin şişirilmiş duygular geliştirmişti. Annesi tarafından çok büyük ve başarılı bir avukat olarak ileride siyasete girmesi ve zalim babasının elinden annesini kurtaracak bir kahraman olması şeklinde bir “özellik” yüklenen Ahmet’e, bu özelliğe uygun sevgi ve değer hiç verilmemişti. Galatasaray Lisesi’nde yatılı okumuştu. İlk görüşmemizde “Ben Mekteb-i Sultânî’de okudum. Bilirsiniz, Türkiye'nin en eski eğitim kurumlarından biridir. Fransızca eğitim verir” diye konuşmaya başlamış ve okuduğu okuldan uzun uzun bahsetmişti. Ancak sigara ve esrar içmek, dersleri asmak ve saygısızca davranmak gibi küçük kural ihlalleri ile başlayıp işi yalan söylemeye, kavga etmeye, kopya çekmeye ve ufak tefek şeyleri aşırmaya kadar vardıran kural dışı davranışları nedeniyle okuldan atılmıştı ama bunu çok sonraları itiraf edebilmişti. Bu normal dışı davranışlarını gittiği diğer okullarda da sürdürmüştü. Ahmet sanki içinde insanları ters köşe yapmaktan hoşlanan bir şeytan barındırıyor gibiydi; hem centilmen hem psikopat tavırları vardı. Gençliğinde rastgele ve çok sayıda kişiyle cinsel ilişki kuranlar listesinde en üstte yer almaktan övünç duyuyordu. Babasının alkol ve şiddet sorunu vardı. Sarhoş olduğunda, İstanbul hanımefendisi olan annesini Ahmet’in gözleri önünde döverdi ve annesi yalvaran gözlerle Ahmet’e bakardı ama Ahmet annesini kurtaramamanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilir, derin bir suçluluk duyardı. Babasına benzeyen Ahmet, “Adam olur beklentisi” ile annesinin seçtiği ve özel bir duygu beslemediği bir kadınla zoraki evlenmiş ve ona hiç sadık kalmamıştı. Çoğu zaman dengeli, centilmen, kibar ve mutlu davranışlar içinde göründüğü evliliğinde gerçekte işler yolunda gitmiyordu. Evliliğinde nedenini bilmediği bir şekilde (?!) gözle görünür bir şiddet uygulama ve baskı kurma mücadelesi içindeydi. Ahmet, norm dışı davranışlarıyla ilgili herhangi bir vicdan azabı çektiğine dair bir işareti asla vermemişti. Aldatmaları ve karakolluk olan kavgaları ortaya çıktığında bile ne bir korku, ne bir pişmanlık, ne de şaşkınlık gösteriyordu. Çünkü bir şey hissetmiyordu, sevgi, nefret, neşe ve acı çekme gibi duyguları yoktu, büyük oranda mekanikti ve duyguları olmadığından pişmanlık ya da suçluluk hissetmiyordu. Sadece yaptıklarından onu tanıyanların haberi olduğunda “utanç” duyuyordu. Ne var ki, bütün duyguları kendini gizlediği cam fanusun dışında yer alıyordu. “Cam fanus” olarak tanımladığı şey, bütün narsisistik yapıdaki kişilerin ayırt edici özellikleri olan “duygunun inkârı için sembolik bir nesne” idi. Ahmet’teki gibi bir psikopatik dışavurum, kendisini yaralayan ebeveynin geri püskürtülmesi, geçmişin tekrar edilmesi, ebeveynlere ait ahlaki değerlerin psikolojik olarak reddedilmesi ya da bunlara isyan edilmesi olarak açıklanabilir. Çünkü çocukluğunda ona bir özellik verilmesine rağmen o özelliğe uygun ebeveyn ilgisi göremeyen, sevgi ve değer görme ihaneti yaşayan Ahmet’in “normal” bir çocuk gibi davranmaması nedeniyle “ikiyüzlü” olarak tanımladığı ebeveynleri dolaylı olarak acı çekmişlerdi. Bir anlamda Ahmet de sanki bunu arzuluyordu. Belki de bu yüzden sürekli içki içip küfelik oluyor, küfürlü ve müstehcen konuşmalar yapıyor, evdeki eşyaları kırıyor ve tıpkı babası gibi karısına şiddet uyguluyordu. Sanki geçmiş tekrar ediyor, zaman değişiyor, mekân değişiyor, oyuncular değişiyor ama roller ve travmanın teması hep aynı kalıyordu, sanki Ahmet bir“yazgı”yı çaresizlikle yaşıyordu.
“BEN DEĞİL SEN AŞAĞILIKSIN!”
Narsisistik yapı, sadece kendini beğenmekten ibaret bir kişilik organizasyonu değildir. Kendine sevdalı ve kendini yere göğe koyamayan biri olarak bilinen narsisistik yapıdaki kişiler, başka insanları istismar etme konusunda da biriciktirler. Kendi çıkarları için başta yakın ilişkide oldukları partnerleri olmak üzere herkesi paspas gibi çiğneyip geçebilirler, kullanılmış bir mendil gibi buruşturup bir kenara atabilirler ve bundan da en ufak bir üzüntü ve pişmanlık duymazlar. Çünkü onların gözünde diğer insanların hiçbir önemi ve değeri yoktur. Kendi duygularını inkâr ettiği için karşısındaki insanın duygularını da dikkate almazlar, empati göstermezler. Ancak kendilerini öven, takdir eden kişileri “seviyormuş gibi yaparlar”. Fakat aldıkları alkış biraz azaldığında ya da dün kendilerini alkışlayanlar bugün azıcık eleştirdiğinde, hemen öfkeye kapılırlar ve psikopatik davranışlar sergileyebilirler. Çünkü her ne kadar egoları çok şişkin bir görüntü verse de, gerçekte kendi benlik değerlerine ilişkin ciddi yaraları ve aşağılık duyguları vardır. Aslında kendilerini bilinçdışında değersiz ve aşağılık görürler; sanılanın aksine kendilerini sevmezler, sevemezler, sevmeyi bilmezler, sevgiyi hissedemezler, kolayca depresyona girebilirler. Dışarıdan gelecek sevgiye ve alkışa bağımlı olmalarının gerçek sebebi de geçmişlerindeki ihmal ve işgaldir; sevgi ve değer açlığıdır. Bu nedenle eleştirilmeye hiç tahammül edemezler ve eleştirildikleri zaman içlerindeki değersizlik ve aşağılık duygularını karşısındakine fiziksel, sözel ve duygusal şiddet uygulayarak “yüklemek” isterler. Çok ciddi bir öfke yaşarlar, etrafı kırıp dökerler; sanki “Ben değil sen aşağılıksın” demek isterler.
“Vajinismus”, cinsel bir işlev bozukluğu olarak tanımlanan ve kadınlarda cinsel ilişki sırasında PSOAS kaslarının, pelvik…
Yoğun stres, gerginlik, anksiyete, mükemmeliyetçi kişilik yapısı, suçluluk ve günahkarlık duyguları, bilinçli ve bilinçdışı düşünceler…
“Cinsel fanteziler”, insanoğlunun hayal dünyasının sınır tanımayan ve sınırlanamayan yaratıcı motifleridir. Cinsel fantezi kurmak kolaydır,…
Her erkek egemen toplumda olduğu gibi ülkemizde de en aşılmaz tabularından biri penis, penis boyu…
Beş duyu ile alınan cinsel uyaranlar ve cinsel fantezilerle beyinden kalkan cinsel uyarılar omurilik üzerinden…
En sık görülen cinsel sorunların başında yer alan “erken boşalma”, cinsel etkinlikler sırasında bir erkeğin…