Narsisistik yapı ve borderline yapı, yapışma ve uzaklaşmanın dansını içeren “sınır durumlar” olarak bilinir. “Yapışma” eğiliminin ön planda olduğu borderline yapıda kendilik bozulmaya ve dağılmaya yatkın bir özellik taşırken, “uzaklaşma” eğiliminin ön planda olduğu narsisistik yapıda tam tersine “bütünlüğü korumaya yönelik insanüstü bir çaba” vardır. Çünkü kendini ruhsal ve bedensel olarak “zayıf” hisseden narsisistik kişi, kendiliğinin iyi tarafını şişirir, kötü tarafını inkâr eder. Bu nedenle gerçekte kırılgan ve zayıftır; güçlü görünmeyi çok arzular ve normal insanlara göre enerjisini kırılgan kendiliğinin korunmasına yatırır. Bu nedenle “Farkındayım, hep kendimden söz ettim. Şimdi biraz da sizi dinleyelim, söyleyin bakalım, benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?” diyerek empati yapamaz, sürekli olarak kendini ön plana çıkartarak odak noktası haline getirmeye çalışır. Sürekli kendini över, kendinden söz eder; tüm ilgisi kendine yöneliktir. Takdir ve hayranlık topladığı ortamlarda bulunmayı tercih ederken, zedelenebileceği ortamlardan kaçınır. Uzaklık ve soğukluğunun ardında savunmaya yönelik kibri yatar. Hasta olmaktan çok korkar, kendinden iyi olanı kıskanır ve hasetlenir, öfke krizleri yaşar. Büyüklenmeci fanteziler kurar, duygusuzca hareket eder. Çünkü narsisistik yapıda insana dair en önemli eksiklik duygu eksikliğidir, duyguların inkârıdır.
BÜLENT VAKASI…
“Bülent” adını verdiğim danışanım 3 yıldır evliydi ama evliliğini bitme noktasına gelmişti, çünkü ilişkilerinde yolunda gitmeyen ve “eksik olan bir şeyler” vardı. Karısının akrabası olan patronunun ısrarı üzerine terapiye başvurmuştu. Karısı kendisini yapayalnız ve “yok” gibi hissettiğini söylüyor ve şöyle diyordu: “Sanki gerçekte ben yokum, elin gibiyim, hem senin bedeninin bir parçasıyım hem de elin kadar yokum. Ancak canını acıttığımda beni fark ediyorsun. Tıpkı elini bir yere çarptığında elinin varlığını fark ettiğin gibi, benim varlığımı da geçici olarak fark ediyorsun. Sonra ben yine yokum. Artık yoruldum. Bu ilişkide kendimi duygusal olarak var ve tatmin olmuş hissetmiyorum. Seni hissetmiyorum, duygularını hissetmiyorum; kendimi bir şekilde boşlukta hissediyorum.” Bülent eşinin bu sözlerine bir türlü anlam veremiyordu. Ona göre her şey yolundaydı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Hayatını belli bir programa göre yaşıyordu; bu tür saçma sapan duygularla uğraşacak zamanı ve sabrı yoktu. Gerçekte Bülent’in yaptığı, Kohut’un anlatımıyla “İnsan kendisine empatik yanıtın gelmediği psikolojik bir ortamda psikolojik olarak yaşayamaz, sanki oksijeni olmayan fiziksel bir atmosferde yaşıyor gibidir” sözüne anlam katmaktı…
EMPATİ EKSİKLİĞİ…
Bülent kendisini “başkaları için iyi şeyler yapmaya çalışan bir süper kahraman” olarak tanımlıyordu; o bir kurtarıcıydı. Ancak bu süper kahraman imgesi gerçekliğin tahrif edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Başkaları için iyi bir şeyler yapmıyor, duygularını inkâr ediyor, kibirli ve büyüklenmeci kendiliğiyle başkalarının üzerinde güç kullanıyordu. Eşini sevdiğini söylese de onun için iyi bir şeyler yapma kisvesi altında eşini istismar ediyordu. Oysa gerçekten seven bir erkeğin kalbi, sevdiği kadını gördüğünde hızla çarpar. Bu bedensel olarak sevgisini ve sevdiğini hissetmesidir. Narsisistik yapıda olan Bülent’te hissizlik, duyguların inkarı ve empati eksikliği vardı. Çünkü zihni kendi abartılı imgesiyle, yani süper kahraman imgesiyle doluydu ve bir ötekine ilişkin imge oluşturamamıştı. Bu nedenle eşini algılayamıyor, hissedemiyor, onun kaygılarını ya da neşesini anlayamıyor, duygularını inkâr ediyor, onu önemseyemiyordu. Eşi ve başkaları, ancak Bülent’i övmek, onaylamak, takdir etmek ve ihtiyaçlarını gidermek için vardı. Bülent, veremiyordu, alıyordu; çıkarcıydı. Uğruna her türlü fedakârlığın yapılacağı çok özel bir insan olduğuna inancı nedeniyle, fedakârlığı hep eşinden ve başkalarından bekliyordu. Bu yüzden yakın ilişkileri ve yakın dostlukları sürdüremiyordu.
HİSSETMEK…
Bedenin bir fonksiyonu olan “hissetmek”; algılamak, duymak, duyumsamak, sezmek, sezinlemek anlamına gelir ve bir insanın bilinçli olarak yapmadığı, kendiliğinden olan bir şeydir. Hissetmek, empati yapabilmek için gereklidir. “Empati”; bir ötekini hissetmek, kendin gibi olmayanı dinleyebilmek, okuyabilmek, anlayabilmektir. Empati; bir ötekinin gözlerinden onun hayatını görebilmektir; onun ayakkabısıyla onun yolundan yürüyebilmektir; onun kendince olan haklılığını fark edebilmektir. Empati; başkalarında, kendi benliğine yabancı olanı anlamaktır. Empati eksikliği içinde olan Bülent, eşinin yok olmaya dair sahici duygularını anlayamıyor ve fark edemiyordu. Onu yok sayarak nasıl değersizleştirmiş olduğunun farkında bile değildi. Eşinin veya bir ötekinin gereksinimleri, duyguları, istekleri onun için önemli değildi. Başkasını sevebilme ve başkasına empati yapabilme, yani kendini başkasının yerine koyarak onu anlamaya çalışma yeteneği yoktu. Bülent’in insan ilişkileri, iki kişinin birbirinin gereksinimlerini karşılıklı olarak anladığı ve karşıladığı “gerçek” ve“derinliği olan” bir ilişki değil, büyüklüğünün onaylanması için diğerinin var olduğu “sahte” ve “yüzeysel” bir ilişkiydi. Yani bir çeşit “duygusal istismar” söz konusuydu. Çünkü gerçek ve derinliği olan yakın ilişkiler, sadece kişinin kendi hikâyesini değil, “öteki”nin hikâyesini de anlamayı ve hissetmeyi içerir ve böylece kişiyi özgürleştirir, genişletir, zenginleştirir, kendini aşabilmesini sağlar. Sahte ve yüzeysel olan ilişkilerde ise Johann Wolfgang Von Goethe’nin dediği gibi; “İnsan kendini hiçbir yerde, karıncalar gibi kaynaşan kalabalığı yarıp geçtiği zamanki kadar yalnız hissedemez…”
ROBOCOP FANTEZİSİ…
Bülent çocukluğunda acıya karşı sanki bağışıklık kazanmış gibiydi. Babası, zayıf ve başarısız olan çocukların acı çektiğine onu inandırmıştı. Acı çekmek ve duygusallık kadınların işiydi, erkek adam acı çekmez ve güçlü olurdu. Güçlü bir erkek olarak karısının onu terk etmesinden korkmuyordu! Ama karısının onu terk etmesini de istemiyordu. İki şirket ortağı gibi davranmaları gerektiğine inanıyordu ve karısının onu terk ettiğinde acı ya da kayıp hissi yaşamayacağını düşünüyordu. Bülent’in annesi duygularını derinden yaşayan histerik bir kadındı. Babası ise hiçbir duygu belirtisi göstermeyen güç ve başarı peşinde koşan bir politikacıydı. Annesinin duygusal reaksiyonlarda taşkınlıkları, ani sinirlenmeleri, geçici kişilik değişimleri, aşırı hayal gücü ve her daim hayatına hâkim olan korkuları, acıları, geçici felçleri, titremeleri, nefes darlığı, kasılmaları, görme, konuşma ve işitme bozuklukları, çok güçlü bir duygusal bağımlılığı, hastalık derecesinde yalan söyleme eğilimi, babasının soğukluğu ve düşmanca davranışlarıyla dengeleniyordu. Babası zalim, annesi mağdurdu. Annesine göre, o “çok özel bir çocuktu”, büyüyünce çok güçlü olacak ve zalimin elinden mağdur olan annesini kurtaracaktı. Babasına göre ise, politikacı olan ailesinin en başarılı ve güçlü temsilcisi olacaktı. Çocukluğu bu iki zıt insanın çatışmalarıyla kâbusa dönüşmüştü. Sanki bir ölü gibi hiç acı çekmemeyi ve hiçbir şeyden rahatsız olmamayı öğrenmişti. Sanki ölmüş ve bir makine olarak dünyaya geri dönmüştü. Bir seansta şöyle demişti: “Çocukken ölmekten çok korkardım. Annem her gün öleceğini söylerdi. Ağlardı, bayılırdı. Günlerce yatardı. Yönetmenliğini Paul Verhoeven'ın üstlendiği bir bilim-kurgu filmi olan RoboCop’u seyredince sanki sihirli bir yol buldum. ‘Eğer ölürsem, bir robota dönüşürsem, artık hiçbir şey beni korkutamaz’ diye düşündüm, buna inandım. Sonra da kendimi RoboCop gibi hem güçlü hem de duyguları olmayan bir ölü olarak değerlendirdim.” Filmde RoboCop, olağanüstü yetenekleri, sınırsız gücü ve uzaktan kontrol edilebilirliği sayesinde mükemmel bir prototip olmayı başarmıştı. Ancak kendini yaratan insanların öngöremediği önemli bir gerçek vardı: “makinenin içinde yaşayan insan” belli belirsiz de olsa geçmişinden bir şeyler taşımaktaydı.
BÖLÜNMÜŞ RUHSAL DÜNYA…
Duygusal olarak ölü olan Bülent'in cinsellikten aldığı haz da çok azdı, seks yapma tarzı kendi şehvetini ifade etmekten çok bir görev gibiydi, olması gerektiği şekildeydi. Terapi ilerledikçe Bülent, çocukken kendisini korumak için RoboCop olma şeklinde güçlü bir savunma mekanizması geliştirmiş olsa da değişmesi gerektiğini ve ölüm korkusunun bilinçaltındaki ölme isteğinden kaynaklandığını fark etti. Çocukluğunda çıldırmaktansa ölü olmayı tercih etmişti. Sanki duygularının bilinç düzeyine çıkmasına izin verirse kendini korumak için geliştirdiği RoboCop fantezisi yerle bir olacak, savunmasız kalacak ve duygu selinde boğularak aklını kaybedecekti. Sanki bilinçdışında duygular deliliğe ve annesinin histerik nöbetlerine eşitlenmişti. Bülent, annesi gibi zayıf olmaktansa babası gibi güçlü, mantıklı ve duygusuz olmayı seçmişti. Zamanla bölünmüş bir ruhsal yapısının olduğunu, duyguların asla delilik olmadığını, duygularını bastırmış gibi davranabilmek için devamlı bir çaba harcamak zorunda kaldığını, bunun çok yorucu olduğunu ve sonu olmadığını anladı.
KENDİLİK BEDENLE ANLAM BULUR…
Herkesi dışarıda bırakarak zamanının çoğunu kendisini düşünmeye harcayan biri olan Bülent, RoboCop fantezisiyle kendi dünyasını oluşturmuş ve bütün dünyanın kendisi olduğuna inanmıştı. Yoğun hırsları, büyüklenmeci fantezileri, dış görünüş hayranlığına aşırı bağımlığıyla dikkat çekiyordu. Ancak sahte ve şişirilmiş süper kahraman imgesine rağmen kendisiyle ilgili tatminsizlik hissediyordu. Kendisine olduğu kadar başkalarına karşı da merhametsizdi. Çünkü kendi imgesine takılıp kalan Bülent’in ideal kendilik, ideal nesne ve gerçek kendilik imgelerindeki kaynaşma, kişiler arası alanda hoş görülemeyen gerçekliğe karşı bir savunma olarak gelişmişti. Gerçekte olduğunu hayal ettiği süper kahraman imgesi ile kim olduğu arasında bir ayrım yapamıyordu ve kendisini idealize ettiği süper kahraman imgesiyle tanımlıyordu. Gerçek kendilik imgesi kaybolmuştu, çünkü “ortalama bir insan” olan gerçek kendilik imgesi onun açısından kabul edilemez bir durumdu. Çocukluğunda yaşadıkları kişiliğini ve kendiliğini belirlemişti. Gerçekte “kendiliği” zihnini de içeren canlı bedendi ama Bülent canlı değil, sanki cansız bir bedendi; sanki bir ölüydü, sanki bir robottu. Tüm algıları zihnin bir işleviydi ve süper kahraman imgesini yaratmıştı. Ancak çok yanlış bir şekilde bedenini zihnin bir aracı, iradesinin uşağı olarak görüyordu. Bu nedenle bedeni sadece onun süper kahraman imgesi doğrultusunda çalışıyordu, RoboCop olarak duyguları devreye girmiyordu. Bedeni bir araç olarak etkili bir şekilde işlev göstermesine, RoboCop gibi çalışmasına karşın gerçek duygulardan, insani canlılıktan ve hayattan yoksundu. Bu nedenle duyguları davranışlarını motive etmiyordu. Oysa duygular; zihinden geçen düşüncelerin bedende anlam bulmasıdır; insanın olaylar, kişiler ve durumlarla ilgili inançlarıyla kendiliğinden ortaya çıkan bedensel hisleridir; davranışların ardında yatan bedensel bir enerjidir.