Savunma Mekanizmaları

Dinamik açıdan ruhsal yapı topografik şekilde bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı bölümlerine ayrılırken; yapısal açıdan id, ego  ve süperego katmanlarından oluşmaktadır. Gelişim evreleri açısından ruhsal yapı ise; oral, anal, fallik, latent ve ergenlik dönemlerinden meydana gelmektedir. Bu yapının tamamını görsel olarak hayal edebilmek için daha önce de kullandığımız buz dağı örneğini model almak istiyoruz. Denizdeki buz dağı, bir insan kimliğine benzetilecek olursa buz dağının su üstünde kalan kısmı kişinin bilinçli kimliğini oluşturmaktadır. Buz dağının suyun altında kalan kısmı ise bilinçdışı kimliğimizi oluşturmaktadır. Hafif dalgalanan bir denizde, buz dağının suyun altında kalan kısmının dalga boyu miktarınca açılması ve kapanmasıyla simgeleyebileceğimiz bir ara katman vardır ki buna bilinç öncesi alan denilebilir. Bebeğin gelişim evreleri anlatılırken bilincin nasıl oluştuğu konusu üzerinde durulmuştu. Buna göre, bilinçli yapımız gerçekliği temsil  eder. Yapısal açıdan ise bunun karşısına egoyu koyabiliriz. Suyun altındaki buz dağı kısmına da id ismini verebiliriz. Tanımlamanın kolay ve anlaşılabilir olması için süperegoyu da buz dağının tepesinde dolanan bir buluta benzetebiliriz. Bu durumda id, ego ve süperegonun yerleşimi ile bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı yaşamlar bir resim üzerinde gösterilmiş olmaktadır. Bu resimde psiko-seksüel gelişim evrelerini göstermek mümkün değildir. Zira psiko-seksüel gelişim evreleri ego ve süperegonun gelişimiyle ilintilidir.

Doğuştan getirdiğimiz ana materyalimiz id'imizdir. Bu, biyolojik bir temele dayanan, genetik şifreyle yüklenmiş dürtü  ve içgüdülerden oluşmuş ana yapıdır. Bu yapı doğuşta nasılsa ölene kadar varlığını aynı şekilde muhafaza etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi id'in dürtüsel talepleri hedef nesnesine ulaşıp rahatlamak ve üzerindeki gerilimi boşaltmak ister. Bebeklik evresinde annenin de yardımıyla tüm dürtüler hedefine ulaştırılmaya ve geciktirilmeden nesnesiyle buluşturulmaya çalışılır. Bebeğin emme ihtiyacı, açlık dürtüsü anne memesi verilerek rahatlatılırken anne ile kaynaşma, anne ve birleşme ihtiyacı da anne kucağına yatırılarak tatmin edilir.

Dürtünün iki kaynağının olduğundan bahsetmiştik ki bunlardan biri üretkenliği temsil eden yaşam enerjisi diğeri de agresyonları temsil eden ölüm  enerjisidir. Her iki dürtü de mutlak olarak hedefine ulaşmak istemektedir. Başlangıçta id'de zaman, mekân, mantık ve diğer kavramlar oluşmadığından bunların anında temin edilmesi gerekir. Dürtünün, dürtü  oluşma süreciyle eş zamanlı olarak tatmin edilememesi, bebekte gerilimi ve sıkıntıyı doğurur. Engellenmişliğin vermiş olduğu sıkıntı ile agresyon ortaya çıkar ve öfke deşarjı meydana gelir. Hayatın gereklilikleri arasında ise; bir dürtü  yola çıktığında bu dürtünün gerçekleşebilmesi için bir zaman periyoduna, nedensel bir ilişkiye, mantıksal bir bütünlüğe ve uygun mekânsal koşullara bağlılık söz konusudur. Bir bakıcı ne kadar özverili olsa ve ne kadar yakından ilgilense de bir bebeğin dürtülerinin, oluşum sürecinde eş zamanlı olarak hedefine ulaştırılması reel olarak mümkün değildir.

Dürtülerin eş zamanlı olarak tatmin edilememesi, ruhsal bir yumak olan id'in bir kısmının farklılaşarak ego  dediğimiz; dürtüyü bir süre erteleyebilme yeteneğini haiz olan bir ruhsal bileşenin (komponent) oluşmasını temin eder. Bu süreç, doğal bir süreçtir ve egonun ilk oluşum çekirdeğidir. Henüz hafıza kayıtlarının olmadığı ve dışsal nesnelerin içsel tasarımlarının oluşturulamadığı bir dönemde bebek için dünya her an yeniden yaratılmaktadır. Bunu anlayabilmek için çevrenizdeki bir Alzheimer hastasının yıllardır tanıdığı eşini tanıyamaması ve çocuklarına yabancı muamelesi yapması örnek olarak gösterilebilir. Çünkü Alzheimer hastasının hafıza kayıtları biyolojik nedenlerle bozulmuş ve kayıtlar yok edilmiştir. Bu tahribatın derecesine göre de problemler ve sıkıntılar doğmaktadır.

Bizim zihinsel sürekliliğimizi ve varlığımızı temin eden şey hafıza kayıtlarındaki nesne tasarımlarıdır. Bebek henüz bu tasarımlarını oluşturmamışken her an yeni bir dünya ile karşı karşıyadır. Her gelen anne sureti onun için yeni bir anne, her gördüğü nesne de onun için yeni bir nesnedir. Zihninde ve hafıza kayıtlarında beş duyu ile aldığı nesne tasarımlarını kaydetmeye başladığı andan itibaren nesnelerin devamı diye isimlendirdiğimiz bir süreç başlar ve bu andan itibaren varoluşun sürekliliği gerçekleşir. İşte tam bu süreç esnasında ego  realiteye uyum gösterebilmek için bir takım çabalara başvurur. Bebeğin fiziksel ve zihinsel gelişimine paralel bir şekilde egonun varoluşu ve acıya tahammül süreci bir takım düzeneklerle temin edilmeye çalışılır. İdden farklılaşan ve dürtülerin belirli bir süre ertelenmesini temin eden bu güç, ego gücüdür. Bu güç id'den ayrılıp farklılaşarak palazlandıkça dürtüleri erteleyebilme, geciktirebilme ve bekletebilme yeteneğine sahip olmaktadır. Belki de egonun ilk fonksiyonu dürtüler üzerinde denetim kurabilme yeteneğidir. Bu, egonun bastırma savunma düzeneğinin ilk prototipidir. Ego, gerçekliği yani realiteyi temsil  eder. Egonun görevi id'in dürtülerini deşarj etmek, realiteye uyum göstermek ve de süperegonun ahlâki yargıları karşısında sınırı aşmamaktır.

Ego açısından gerçekliğin ve süperegonun taleplerini yerine getirmek hiçbir zaman tehlike arz etmez. Ancak id'in tüm taleplerini yerine getirmek, gerçeklik açısından çok büyük tehlike arzeder ve egonun yok olması veya yok edilmesiyle sonlanır. Bu durumda ego  için en büyük tehlike kaynağı id'den gelen dürtüler yani arzu ve isteklerdir.
Arzu ve isteklerin sorgusuz ve sualsiz bir şekilde deşarj edilmesi ve hedef nesneye yönlendirilmesi realite açısından mümkün değildir. Örneğin yeni bir kardeşi dünyaya gelen çocuk, kıskançlık krizleriyle kardeşini öldürmek için merdivenini düşürmek isteyebilir. Bu, onun için doğal bir dürtüdür. Bu dürtüsünü belirli bir perspektifte tutmaya çalışan güç realiteye uymaya çalışan ego  gücüdür. Gelişen ego, id'in bu tehlikeli potansiyelini fark ederek realiteye uyum kurabilmek için bu dürtüler üzerinde yoğun bir denetim oluşturur. Bu denetim, dürtülerin boşalmasını engelleyerek id'i basınç dolu buhar kazanına dönüştürür. Biz biliyoruz ki; hedefine ulaşamayan dürtüler insanda gerilim ve bunaltı doğurduğu için bir müddet sonra bu gerilim patlama şeklinde deşarj bulur. Nesnesine ulaşamayan her dürtü  içimizde potansiyel bir mayın gibidir. Ego bunu dikkate almak zorundadır. Ego yoğun basınç karşısında bu dürtülerin alternatif emniyet sübaplarıyla tahliyesine ve tasfiyesine çalışır.

İşte bunları yaparken ego, id'e karşı savunma düzeneklerini oluşturmak durumundadır. Ego kendini id'e karşı savunup realitede varlığını sürdürebilmek için onlarca savunma düzeneğini uygulamaya sokar. Bu savunma düzenekleri ruhsal gelişim evrelerine göre ilkel olandan olgun olana doğru bir seyir takip eder. İlkel olan savunma düzeneklerinin Psikoseksüel gelişim evrelerinin ilk dönemlerinde kullanılması doğal iken daha sonraki gelişim evrelerinde kullanılması bir patolojiye işaret eder. Dinamik yaklaşımda egonun savunma düzenekleri başlangıçta sekiz-on düzenek olarak isimlendirilirken bugün yeni ekollerin yeni açılımlarıyla savunma düzeneklerinin sayısı yirmi beşe ulaşmış ve içerikleri değişmiştir. Savunma düzeneklerinin temel nitelikleri; bilinçdışı  olması, otomatik olarak çalışması ve büyük oranda id'e karşı savaş vermesidir. Bazı savunma düzenekleri egonun realiteye uyumu için gerekli iken, bazıları da süperego için oluşturulmaktadır.

Yukarıda vermiş olduğumuz tasarımsal buz dağı örneğinde olayı basite indirgeyerek konuyu aktarmaya çalıştık. Daha doğru anlatım ortaya koyabilmek için bulut olarak nitelendirilen süperegonun, suyun üstünde olmasına rağmen yüzde doksanının bilinçdışı  faaliyet gösterdiğini belirtmeliyiz. Tamamı suyun üstünde gibi gözüken egonun da savunma düzeneklerini oluşturabilmek için bir kısmının bilinçdışına, yani suyun altına doğru derinleştiğini görüyoruz. Bunu geometrik bir şekilde ifade edecek olursak insan kimliğini bir daireye benzetebiliriz; dairenin 1/3 oranında üst kısmından geçecek bir parabol çizgi bilinç çizgisi iken, parabol çizgisinin üst kısmında kalan alanın yüzde yetmişini ego  parçası, yüzde 15'ini süperego parçası yüzde 15'ini de id parçası oluşturur. Suyun altında kalan veya parabolün altında kalan alanın, yüzde 60'ına id, yüzde 30'una süperego ve yüzde 10'una da ego diyebiliriz. Bu rakamlar ölçülebilen rakamlar değil, fakat konuyu anlatabilmek için örneklem rakamlarıdır.

Savunma düzenekleri, yukarıda belirttiğimiz temel özellikleri; yani bilinçdışı olmaları, otomatik olarak uygulamaya geçmeleri, id'in saldırıları karşısında egonun gerçekliğini ve süperegoya uyumunu sağlamaları ve de dürtülerin deşarjına imkân vermeleri bağlamında ele alındığında aşağıdaki başlıklar şeklinde sıralanabilir:

1. Bastırma: (Represyon ve Supresyon)
Olgun bir egonun bilinçdışını kontrol edebilmesi için oluşturması gereken ilk önemli savunma düzeneği, öncelikle tehlike arzeden dürtüleri durduracak ve onları bilinçdışına bastıracak savunma düzeneğidir. Egonun bu fonksiyonu oluşturabilmesi için belirli bir güce ulaşması, dürtüyü bilinçdışında tutabilme yeteneğine sahip olabilmesi ve orada barındırması gerekir. Başlangıçta dürtüler bilinçdışında tutulamadığı için; bilince çıkarılarak realiteye ve süperegoya uygunluk açısından test edildikten sonra uygun olanlarına deşarj imkânı sağlanması, uygun olmayanların da bilinçdışına tekrar gönderilmesi ve bastırılması gerekir. Özellikle psikoseksüel gelişim evrelerinden fallik evreye ulaşan bir bebekte ebeveyn tasarımlarının içselleştirilmesi sonucunda dürtüler, süperegonun bilinçdışı  kısmının denetimiyle, bilince ulaşmadan kontrol edilmekte ve denetim sağlanmaktadır. Bastırma mekanizması aktif bir süreçtir. Dürtü bilince çıkmak için libidodan bir enerji kullanırken ego  bu dürtüyü durdurabilmek ve baskılayabilmek için yine libidodan enerji kullanmak zorundadır. Bu da fâsit bir daireyi oluşturur. Bunaltının oluşmasını kontrol etmek için devreye giren bastırma mekanizması, insanı yorgun ve bitap düşürebilir. Bastırma mekanizması şu şekillerde ortaya çıkabilir.
a. Bilince gelen dürtünün geri gönderilmesi
b. Dürtünün bilinçdışında tutulması
c. Reel olarak yaşanan travmanın bilinçdışına gömülmesi.
Her üç halde de bastırma mekanizmasından bahsetmek mümkündür. Ruhsal gelişim evrelerinin durumuna göre bilinçdışında tutulan dürtüler, zaman zaman bilince çıkabilir. Hatta zaman zaman aktive olup uygulamaya bile geçebilir. Bunun birçok nedenleri vardır. Egonun zayıflığı, süperegonun baskınlığının yetersizliği ve realitenin kolaylaştırıcı etkileri sonucunda dürtü  uygulamaya geçebilir. Örneğin, ergenlik dönemine kadar ödipal çatışmasıyla ilintili olarak anneye ilişkin bilinçdışı  ensest arzularını kontrol altına alabilen genç delikanlı, ergenliğin getirmiş olduğu fiziksel ve ruhsal zorlamaların sonucunda bu dürtüsünü bastıramayacak noktaya gelip bilinçlendirebilir. Böyle bir arzu  ve istek bilinçlendiğinde genç delikanlı için bu durum dayanılmaz bir sıkıntı ve acı vermektedir. Belki de yıllardır bilinçaltında bastırarak tutmuş olduğu bu dürtü, ergenliğin zor şartları altında denetimden çıkmış sadece bilince ulaşmıştır. Bilinçte bunun izolasyona tabi tutulmadan hissedilmesi ve düşünülmesi ciddi bir sıkıntı kaynağı yaratmaktadır. Böyle bir nedenle intihara yönelen, yoğun anksiyete  atakları geçiren veya depresyona giren ergenler bulunmaktadır. Burada mekanizma, egonun denetim gücünün zayıflaması sonucunda dürtülerin bilinçdışı katmandan bilinçli hale gelmesi şeklinde çalışmaktadır. Yine aynı gençlerde anneye karşı hissedilen bu dürtüsel yapı cinsel bir eyleme yönelmese bile cinsel içerikli olarak anneye dokunma ya da sarılma gibi eylemlere dönüşebilmektedir. Bu durumda ergenin yaşayacağı içsel çatışma daha yoğun ve fazladır.
Çocukluk döneminde kardeşine karşı kıskançlık hisleriyle dolu, ona zarar verme isteğiyle bu tip dürtüleri harekete geçmiş olan çocuk, çevre şartları müsait ise eylemi uygulamaya teşebbüs edecektir. Yaş ilerledikçe bu dürtüler ve istekler bilinçdışında tutulacak hiç bilince çıkmayacaktır. Her iki durumda da bastırmadan bahsetmek mümkündür. Çocuğun kıskançlığı hissedip kardeşine karşı düşmanca hisleri fark etmesi ve bundan utanarak bastırmaya çalışması represyon (bastırma) düzeneğini oluştururken, dürtüleri bilince çıkmaya izin vermeden bilinçdışında tutmayı başarması ise supresyon bastırma mekanizmasına örnek olarak verilebilir.
Yaşanmış olan travmatik birçok anı unutulma eğilimlidir. Egonun rahatlayabilmesi için yaşanmış olan bu tip anıların hafıza katmanlarının derinlerine gönderilmesi ve çağrışım zincirinden uzak tutulması gerekmektedir. Aktif olarak bilince ulaşamayan bu tip travmatik yaşantılar, bilinçdışında varlığını sürdürecek, bireyi farklı şekillerde varlığından haberdar edecektir. Birçok psişik belirtinin/semptomun arka planında bu travmatik yaşantıların izdüşümlerini bulmak mümkündür.
Bastırma, egonun öncelikli olarak alacağı ilk tedbirdir. Dinamik açıdan bakıldığında ensestiyöz talepler bilinç dışında bastırılarak tutulacaktır. Daha sonra ise egonun gelişim yapısına, realiteye ve süperegoya uymayan birçok istem ve arzu  deşarj imkânı bulamadan bilinçdışında tutulacaktır.
Bastırma çeşitli yaklaşım ekollerine göre farklı farklı da değerlendirilebilmektedir. Biyolojik eksenli bir bakış tarzında olay hafıza kayıtlarının işlemlenmesiyle ilişkilendirilebilir. Biyolojik yaklaşım tarzı bilinçdışı  bir hafıza kaydının varlığını kabullenmez. Bunun yerine yaşantılanan bilgilerin ve zaman dilimlerinin, hafızaya alma, hafızada saklama ve geri çağırma sistemindeki bir takım hatalardan kaynaklandığına inanılır. Bu açıklama biçiminde hafıza kaydı yapılırken bazı kodlama sistemlerinin hafızayı etkin olarak çalıştırdığı ve hatırlamada bu sistemlerin çok önemli bir rolü haiz olduğu belirtilmektedir. Bu bakış tarzıyla birçok olayı izah edememekteyiz. Biyolojik bakış tarzına göre hafıza kayıtlarına güçlü kayıt yapılıp yeniden çağrılabilmesi, duygusal bir olayın patlayıcı etkisinin, kaydı güçlendirmesi nedeniyledir: Yaşanan bir savaş, deprem, felaket ve benzeri durumlarda olduğu gibi. Ancak biz biliyoruz ki cinsel taciz konusunda birçok kurban olayı hatırlayamamaktadır. Bu da göstermektedir ki biyolojik hafıza kaydı izahı, bir noktaya kadar geçerli olmakta, bizim bilinçdışı süreçler dediğimiz mekanizmalar devreye girmektedir.
Olay, davranışçı açıdan değerlendirildiğinde; hoşnutluk veren anılar ve hafıza kayıtları canlı tutulurken, sıkıntı veren hafıza kayıtlarının geri planda kalması ile ilgili davranışçı-pekiştirici süreçlerden bahsedilmektedir. Hatırlanmayan travmatik hadiselerin davranışçı ekole göre bu şekilde izahı yapılmaktadır. Negatif olan anılar hafızadan silinmekte, pozitif olanlar ise pekiştirici süreçlerle hafızada tutulmaktadır. Deprem ve savaş gibi hallerin negatif etkileri olmasına rağmen, hafıza kayıtları çok aktif bir şekilde tutulurken bireysel olarak yaşadığımız aşağılanma, dışlanma ve cinsel taciz gibi anılar hafıza kaydına gelmemektedir. Bu da pekiştirici süreçlerin bu alanda geçersiz olduğunu ve davranışçı yaklaşımın, olayları bir noktaya kadar izah edip bir noktadan sonra yetersiz kaldığını bize göstermektedir.
Kognitif/bilişsel açıdan bastırma ve unutma kavramlarına bakıldığı zaman; başlangıç dönemlerinde bilinçdışı  süreçler kabul edilmezken vaka çalışmalarında, izah edilemeyen kognitif yapılandırmalara farklı isimler verilerek, afonksiyonel şemalara dinamik yapının bilinçdışı kavramlaştırmasına denk düşecek temel kabuller ve şemalarla açılımlar getirilmiştir.

2. İçe Atım (Introjection)
İçe atım savunma düzeneğini tam manasıyla kavrayabilmek için, doğal bir süreç olan içe alım (incorporation) mekanizmasını kavramak gerekir. Yukarıdaki bölümde bebeğin zihinsel gelişiminde ilk algıların zihindeki izdüşümlerinin ilk benlik algısının çekirdeğini oluşturduğundan sözetmiştik. Benliğin oluşabilmesi için beş duyumuz vasıtasıyla dış dünyanın içeride tasarımlanması gerekmektedir. Bu tasarımlama sürecini içe alım mekanizması ile isimlendirebiliriz. Bebeğin işlev gören ilk dış organı ağzıdır. Ağız, doğuştan getirilen emme refleksi sayesinde herhangi bir materyali otomatik olarak emer. Çocuğun ilk emdiği nesne ise anne memesidir. Memenin ağız içindeki hacimsel büyüklüğü, kıvamı (sertlik-yumuşaklık-elastikiyet) kokusu, tadı ve fonksiyonel özelliği bebeğin ilk algıladığı nesnenin vasıflarıdır. Meme sayesinde alınan uyaranlar zihindeki hafıza kayıtlarında kodlanırken ilk içe alım eylemi gerçekleştirilmiş olmaktadır. Bu eylem henüz detaylarına vakıf olamadığımız çok karmaşık bir süreç sayesinde mümkün olabilmektedir. Zaman içerisinde içe alımlar ağzın yanında diğer duyular vasıtasıyla da sürdürülür. Özellikle görsel ve işitsel içe alımlar doğal bir süreç olarak zenginleşerek devam etmektedir. Anne memesiyle başlayan içe alım süreci annenin yüzü, annenin eli, annenin bedeni, annenin kokusu ve annenin sesi gibi parça parça faktörlerle birleşerek devam eder. Sonunda bütüncül bir anne içe alımı gerçekleştirilir.
Bu süreç sadece anne ile değil çocuğun etrafındaki tüm dış dünya ve kendi bedeniyle ilintili olarak da aynı şekilde devam eder. Bu doğal süreçte herhangi bir problem bulunmamaktadır. İçe alımın, doğal bir süreç olması nedeniyle egonun savunma mekanizmaları arasında kabul edilmesi uygun değildir. Biraz sonra aşağıda anlatacağımız içe atım mekanizmasına geçmeden önce içe alım eyleminin doğal sürecinin gelişiminde karşılaşılabilecek bir takım engelleme ve çatışmalardan da burada bahsedebiliriz. Nasıl ki davranışçı koşullu şartlandırmalarda, bir uyaranı bir başka uyaranla eşleştirmek mümkün olabiliyor ve bunun sonuçları gözlemlenebiliyorsa, bebeğin içe alım dönemini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Organizmanın temel hedefi genetik şifresinde taşıdığı hemaostasisi (üst denge halini) gerçekleştirmektir. Bunu oluşturabilmek için doğuştan getirdiğimiz bir takım reflekslerimiz vardır. Doğum ile beraber gelen denge bozukluğunu bu refleksler sayesinde gidermeye veya azaltmaya veya dış dünyaya haber vermeye çalışırız. Varlığımızı devam ettirebilmek için yapılması gerekli olan ilk şey beslenmedir. Beslenme, bozulan hemaostasisi yeniden dengeye getiren, bebeği rahatlatan ve dinginliği temin eden en temel biyolojik unsurdur. Anne memesiyle başlayan beslenme süreci, anne memesinin çocuğun zihnindeki tasarımlanmasında beş duyu ile alınan algının bütüncül bir şekilde entegrasyonu ile devam etmektedir. Meme emilirken hem bu içe alım mekanizması sürdürülmekte ve hem de en temel ihtiyaç olan beslenme işlevi yerine getirilmektedir.
Dengenin bozulduğu cehennem halinden dengenin tekrar tesis edildiği cennet haline dönüşün ilk prototipi bebeğin beslenme eylemidir. İşte burada nesne tasarımı oluşturulurken, ilk denge halini alan uyaranlara eşlik eden ikincil uyaranlar, çocuğun ilk hoşnutluk duygusunun tasarımsal olarak yan tarafında taşıdığı hatırlatıcı koşullu unsurlardır. Yani bir bebek annesi tarafından beslenirken ve cehennemden cennete doğru bir yolculuğa çıkarken, bir başka ifadeyle bozulmuş hemaostasisin yeniden tesisi gerçekleştirilirken odanın rutubeti, odanın nem oranı, ortamda çalınan müzik, konuşmaların ses tonu, odanın kokusu ve diğer tüm faktörler koşullu bir uyaran olarak zihne ilk unsurlar olarak girebilir. Hayatımızın daha sonraki evrelerinde bilemediğimiz ve anlamadığımız şekilde; belirli ısı derecelerinden hoşnutluk duyan, belirli nem oranlarını tercih eden, belirli aydınlık şiddetlerinde daha dingin olan, belirli müzikal notalara eğilim duyan, belirli kokulara aşina olan ve belirli tatları tercih eden yapı muhtemelen kaynağını bebeklik dönemindeki ilk koşullu uyarı etkisinden almaktadır.
Bu durum yaşamımızın bir alanını izah etmeğe yararken diğer taraftan içe alım sürecinin negatif olduğu yani hemaostasisin bozulduğu durumlarda aynı çevre şartlarının, negatif bir uyarıcı gibi algılandığı negatif koşullu şartlanmaları oluşturabilme potansiyeline sahip olduğunu da göstermektedir. Bir takım anlamsız korkuların, duyguların ve hislerin çeşitli ortamlarda, çeşitli tatlarda ve müziklerde aktive olmasının arka planında bu tip bir ilk uyarıcı koşullu refleks ağının bulunabileceğini hatırda tutmak gerekir.
Dinamik açıdan bakıldığı zaman, oral dönemle ilgili bir takım ruhsal rahatsızlıkların kaynağında ya annenin meme ucunda bir problem olması ya da çocuğun ağzında bir hastalığın bulunması söz konusu olabileceğini daha önce belirtmiştik. Örneğin, bebek emme döneminde ağzında oluşan bir yara nedeniyle emme eylemini gerçekleştirip hemaostasisi temin etmeye çalışırken diğer taraftan ağrılı bir uyaran buna eşlik etmektedir. Bu durumda acı ve haz yan yanadır. Bu çok ciddi birçok sonuca neden olabilir. Bağlanma (attachment) duyumu, korku ve acı verici bir etkiye dönüşebilir. Memeye bu şekilde yaklaşan bebeğin daha sonraki hayatında arkadaşına, partnerine veya eşine bağlanırken aynı endişe ve acıyı duyması ve bağlanma zorlukları yaşaması mümkün olabilir. Veyahut oral doyum sağlarken bir taraftan yemenin hazzını yaşayıp bir taraftan acı hissedebilir. Cinsellikte bu yapı sadist, mazoşist ve sadomazoşist bir ilişkiye dönüşebilir. Bu şekilde birçok kombinasyonun oluşabilme ihtimali sözkonusudur. Bunları nesnel olarak tespit edip zincirin halkalarını tamamlamak şu anda pek olası görülmemektedir. Bu konu ile ilgili olarak detaylı ve uzun süreli takip çalışmalarının yapılması gerekmektedir.
Buraya kadar anlatmış olduğumuz İçe alım (incorporation) mekanizması bir insanın gelişiminde doğal bir süreç olarak meydana gelirken içe atım (introjection) mekanizması egonun savunma düzenekleri arasında sayılmaktadır. İçe atım en çok özdeşim mekanizmasıyla karıştırılmaktadır ki yeri geldiği zaman özdeşim mekanizması detaylı olarak anlatılacaktır. İçe atım id, ego  ve süperego ayrımının gerçekleştirildiği; egonun oluşturulduğu ve kendiliğin (self) tamamlandığı bir süreçte oluşmaktadır. Ego ve/veya kendilik, göreceli olarak yetersizlik duyguları hissettiği zaman diğer savunma mekanizmalarıyla yetersizliğini telafi edemez ise içe atım savunma mekanizmasından da yararlanarak dayanma gücünü artırabilmektedir.
İçe atım, dışarıdaki bir nesnenin veya nesnenin bir parçasının ya da nesnenin bir özelliğinin pozitif veya negatif anlamda içe alınarak zihinsel tasarımda onun yaşatılması anlamına gelir. Cümleyi daha anlaşılır hale getirmek için şöyle bir örnek kullanılabilir: Yetersizlik hisleri duyan bir birey, mahallede güçlü olduğuna inandığı ve karizmatik olarak değerlendirdiği mahalle kabadayısını içsel olarak içe atıp onun tasarımını zihninde canlandırdığında, o kabadayının fiziksel ve ruhsal gücünün kendisine geçtiğine dair bir inanç ve duyguya kapılır. Bu, içe atım mekanizması sayesinde mümkün olur. Egonun göreceli olarak yetersiz olduğu durumlarda her bağlamda içe atım olaylarının olması mümkündür. Özdeşim savunma mekanizmasında dıştaki bir nesnenin özelliğinin egoya veya kendiliğimize katılarak kendimizin bir parçası ve kendilik hamurumuzun bir karışımı yapılması sözkonusu iken, içe atım düzeneğinde ise içe atılan nesne veya özellik ayrı bir varlık olarak zihinsel tasarımımızda varlığını devam ettirir. Birey, içindeki bu tasarımla iletişime geçip diyalog kurabilir; konuşabilir, tartışabilir ve hatta kavga edebilir. İçe atım düzeneğinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir vaka örneğimizi burada sizinle paylaşmak isterim.
Ödipal çatışmaları yoğun olan, babası tarafından dövülen ve cezalandırılan ve annesi de aynı şiddete maruz kalan bir genç, ergenliğe ulaştığında babasının karşısında kendisini zayıf, yetersiz ve savunmasız hissetmektedir. Ergenlikle beraber babanın şiddetinin kesilmiş olmasına ve de geçmişte cereyan eden negatif olayların bitmiş olmasına rağmen primitif savunma mekanizmasıyla varlığını sürdürmeye çalışan ruhsal yapı; dış dünyadaki her türlü güç ve otoriteyi baba türevi olarak algılayıp çaresizliğe düşmektedir. Bu çaresizlikten sıyrılmak ve babayla ve baba türevleriyle rekabet edebilmek, egonun ve kendiliğin güçlenmesi ve de olumlu özdeşim örneklerinin içselleştirilmesiyle mümkün olabilir. Eğer bunlar yapılamamış ise alternatif bir yol olarak içe atım savunma düzeneğinden yararlanılır. Bu genç de içe atım düzeneğinden yararlanarak varoluşunu sürdürmüştür.
Türkiye'den bir işçi ailesi olarak Almanya'ya yerleşen bir ailenin çocuğu, yabancı bir kültürde, korumasız bir ortamda ve iletişim becerilerinin sınırlandırıldığı bir coğrafyada yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Bir yandan baba ile mücadelesi sürerken bir yandan da Almanların ikinci sınıf vatandaş muamelesinden kaynaklanan zorlukları aşmak durumundadır. Yaşadığı mahallede Mustafa isimli bir delikanlı hem Alman gençlerine karşı Türkleri ve Türklüğü onurlu bir şekilde temsil  etmekte ve hem de Türk gençleri arasında; judo, tekvando gibi dövüş sporlarını bilmesi, fiziksel yapısının sağlam olması ve yüksek tahsilli olması gibi özellikleriyle öne çıkmaktadır. Hikâyemize konu olan ödipal  çatışmalı gencimiz, günün birinde otomatik olarak zihninde Mustafa'nın şeklinin canlandığını yaşantıladı. Ardından çok ilginçtir ki bir yutma refleksi ile Mustafa'yı bütünü ile ve tüm özellikleri ile içine attı. Mustafa onun iç dünyasında yaşamaya başladı ve o andan itibaren kendini Mustafa olarak hissetmeye başladı. Artık Mustafa kadar sportmen ve güçlü bir fiziğe sahipti. Çünkü Mustafa onun içindeydi. Mustafa ideolojik olarak Türkçü bir ideolojiye sahipti. Kendisi farklı bir ideolojiye sahip olmasına rağmen Mustafa'yı içselleştirmiş olmaktan dolayı Mustafa'nın ruhunda eksik kalmaması için Mustafa'nın ideolojisinin de içe atılması gerektiğine karar verdi. Ve ardından Türkçülük ideolojisini bir yutma hareketiyle içe attığını kabullendi. Şimdi kendisini daha güçlü hissediyordu. Ardından olay tam bir kontaminasyon (kirlilik) obsesif zinciri şeklinde bir sürece dönüştü. Mustafa, Türkçülüğü; Türkçülük ise tüm Türkçü ideolojileri savunan kurum ve kişilerin içe atılması mecburiyetini getirdi. Türkçülük ile ilgili dünyada bulunan tüm kurum ve kişiler bu şekilde içe atılma zincirinin halkalarını oluşturmaya başladı. Mustafa Bakü'lü idi. Mustafa'nın kendi ruhunda eksik kalmaması için Bakü'nün de içe atılması gerekiyordu. Bakü'yü de içine attı. Bakü, Azerbaycan ile ilintili idi, hemen ardından Azerbaycan'ı içe atmak zorunda kaldı. Azerbaycan Türkçülerin ilgilendiği bölge idi, dolayısıyla Türkçülük ideolojisi ile Azerbaycan'ın içe atımı kesişmiş idi. Kontaminasyonun burada duracağı beklentisi içinde iken kontaminasyon artarak devam etti. Türkçülük, Türk bölgelerini yani Turan coğrafyasını içine alıyordu. Azerbaycan içe alındıktan sonra ardından tüm Avrasya bölgesindeki ülkeler içe atılmalıydı. Birey bir taraftan egosunu güçlendirip varlığını devam ettirmeye çalışırken diğer taraftan bitmeyen bir obsesif  zincirin içine düşmüştü.
Bu durum, zayıf bir egonun, kendisini daha güçlü hissetmek için başvurduğu bir çözüm yoludur. İçe atım sadece bu bağlamda oluşmamaktadır. Sevilen bir nesnenin içe alınarak her an onunla iletişim kurmanın yolu temin edilebilmekte ve ondan uzak kalmanın dayanılmaz acısı bu şekilde telafi edilebilmektedir. Bu tarz içe almayla ilgili bir vakayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Vaka: Şizoid-paranoid kişilik özellikleri ağır basan bir gencimiz, üniversite birinci sınıfta iken karşı cinsten bir kıza platonik bir aşk duyar. Kişilik özellikleri nedeniyle çıkma teklif edemediği, yanına yaklaşamadığı ve aynı mekânda bulunmak dahi ona korkunç sıkıntı veren bir durum olduğu için, sevgilinin içe atımı şeklinde bir çözüm tezahür etmiştir. Olay bir boyutuyla psikotik bir noktaya taşınmıştır. Sevgilisini içe attıktan sonra onunla iç dünyasında konuşmaya, hesaplaşmaya ve paylaşmaya başlamıştır. Kendilik sınırları zaman zaman kaybolmuş ve ego, rasyonel denetimini zaman zaman yitirmiştir. Delikanlı içe attığı sevgilisiyle konuşurken zaman zaman sevgilisi ile tartışmakta, bu tartışmada kavga çıkmakta ve kavganın sonucunda canhıraş feryatlarla sevgilisine bağırmaktadır. O esnada yan odada bulunan anne odaya girdiği zaman masayı yumruklayan, duvarı tekmeleyen ve karşısında biri varmış gibi konuşan oğlunu gözlemlemekteydi.
İçe atımın negatif yönden değerlendirilmesi ise öfke duyulan ve nefret edilen bir nesnenin içe alınarak, içte bu nesneye karşı nefret deşarjının sağlanması şeklinde oluşabilmektedir. Zaman zaman rüyalarımızda kızdığımız birisine karşı herhangi bir güç ve otoriteye karşı tepkilerimizi ortaya koyarız. İstemediğimiz bu insanları rüyalarımızda döver, hakaret eder bazen de öldürürüz. Rüyalarımızda olan bu savunma düzeneği içe atımda normal zamanlarda da ortaya çıkmaktadır. Sevmediği ve nefret ettiği öğretmenini içe atan, her gün onunla hesaplaşan ve her gün ona küfreden bir genç delikanlı, sevmediği öğretmenini içine atmış ve gerçek hayatta gerçekleştiremediği hesaplaşmayı kendi istediği şartlarda iç dünyasında oluşturmuş olur.
Bu anlamda amirinden fırça yiyen memur, komutanı tarafından azarlanan subay, patronu tarafından aşağılanan işçi gerçek hayatta olabilecek reel kayıpları nedeniyle suskunluklarını muhafaza ederken, olay anında dahi karşı tarafı içe atıp iç dünyalarında ona karşı hakaretleri, öfke deşarjını ve hatta yaralayıp öldürmeyi bile tahayyül edebilmektedir. Bunlar hepimizin gündelik hayatında yaşantılandırdığımız olağan ego  koruyucu yaşantılardır.
İçe atımın diğer bir uygulama tarzı da kendiliğimizin bir parçasının kendiliğimizden kopartılarak içte tutulmasıdır. Kendilik ve ego  kendi içerisinde ahenkli çalışan bir bütünü temsil eden, parçaları arasında çok ciddi farklılıkların olmadığı bir ruhsal yapıdır. Birey isteyerek veya istemeyerek bir takım olayların sonucunda egosuna, süperegosuna ve kendiliğine ters bir konumda kalarak dürtülerinin esiri olup bir takım eylemler gerçekleştirmiş olabilir. Bu eylemler zaman içerisinde ego tarafından sindirilerek bünyeye katılabilir. Ama bazı durumlarda ego yaşanılan bu olayı bünyeye katmakta zorlanır ve ayrı bir parça olarak onu muhafaza etmeyi yeğler. Bu bir nevi vücuda girmiş olan mikrobun bir korunma bariyeri halkasının içinde tutulması gibidir. O farklı parça, bünyededir ve varlığını devam ettirmektedir. Kişi bundan şiddetli şekilde rahatsızlık duyar. Diğer savunma mekanizmaları yetersiz kaldığından içe alınan bu kimlik parçası içerde ayrı olarak yaşamaya devam eder. Bu birey için çok ciddi bir sorun teşkil eder.
Bu durumu şuna benzer vaka örnekleriyle anlatabiliriz: Gazete haberlerinde zaman zaman bir takım intihar haberleri okuruz. Bunların bir kısmı içe atım düzeneği sonucunda ortaya çıkmaktadır. Örneğin yıllardır onurlu ve gururlu bir şekilde iş hayatında başarılı olmuş bir iş adamı, toplumda çok saygın bir konumu varken yeni girdiği bir iş teşebbüsünde başarısız olmuş ve risk faktörlerini iyi analiz edemediği için iflas etmiştir. Bir anda beş parasız kalmış ve şaşaalı bir dönem sona ermiştir. Birey bunu kabul edememektedir. Bu durumda egonun bir parçası bölünmüş suçu bu bölünen parçaya yüklemiştir ki; 'o' hatalar yapmıştır. Kendisi asla hata yapacak potansiyele sahip değildir. O ego  parçası tarafından kandırılmış, aldatılmıştır. Dolayısıyla bu parça yok edilmelidir. Bu bağlamda hata yapan ego parçasını ortadan kaldırmaya yönelik olarak sağlam ego parçası onu cezalandırıp yok etmekte ve intihar bu şekilde gerçekleşmektedir.

3. Bölme (Splitting)
İlkel savunma düzeneklerinden en önemlisi bölmedir. Maddeyi çözümleyebilmek için molekülleri, molekülü çözümleyebilmek için atomu, atomu çözümleyebilmek için de elektron ve protonu çözümlemek gerekir. Aynı bağlamda insanın ruhsal yapısını çözümleyebilmek için onun ruhsal moleküllerine ve atom altı parçacıklarına kadar inmek gerekir. Bu çalışmamızda da bu zincirin halkalarını oluşturmaya çalışıyoruz.
Bölme mekanizması bu manada atomun oluşumunu bize anlatan bir sürece indirgenebilir. Yine bebeğin ilk algılarına dönecek olursak, beş duyu ile içerden ve dışardan alınan uyarılar zihnimizde kaotik bir dünya oluşturmuş idi. Her şey bir hercümerç halindeydi; anlam yoktu. Sonraları beyinsel ve zihinsel gelişim oluştukça bu anlamsızlık, yerini kategorizasyona bıraktı. Nesneler anlamlı hale gelmeye başladı, canlı ve cansız olarak ayırt edilmeye çalışıldı. Beş duyu ile alınan nesnenin varlığı kabul edilirken, görülmesi engellenen bir nesnenin o anda yok olduğu düşüncesinden, gelişmişliğe uygun olarak bir süre sonra o nesnenin, engelin arkasında varlığını devam ettirdiği çıkarsamasına kadar geçen bir süreç işledi. Hafıza kayıtları çalışmadığı dönemlerde her seferinde dünya yeniden ve yeniden yaratılmakta idi. Hafıza kayıtlarının devreye girip nesne tasarımlarının içte oluşturulmasıyla birlikte nesnelerin sürekliliği ve devamı temin edildi.
Bu çerçevede bebek kendisine bakan anneyi, ilk nesne tasarımı olarak içinde canlandırmayı başardı. Anneyi beş duyu ile algıladığında onu tanımanın vermiş olduğu tepki ile ona eko verdi. Dış dünyanın nesne tasarımlarının aynısının içeride oluşturulmasıyla birlikte süreklik temin edilmiş oldu. Nesnelerin tasarımları iç dünyada şekillenirken onlara anlam yükleyen bireyin kendisinin tasarımı, bu tasarımlar dünyasında eksik kaldı. Çünkü kendisini nasıl tanımlayacak, tasarımlayacak ve nasıl bir değer atfederek bu tasarımsal dünyanın merkezine oturtacaktı?
Bir bebeği bu dönemde kapalı bir kutuya benzetirsek kapalı kutunun yüzeyinde beş tane delik bulunmakta, bu deliklerden gelen bilgiler vasıtasıyla dış dünyanın ne olduğu ile ilgili çıkarımlar yapılmakta, bu çıkarımlar sonucu kutunun içerisinde dış dünyanın bir kopyası tasarımsal olarak oluşturulmaktadır. Dış dünyanın bir kopyası kutunun içinde tasarımsal olarak oluşturulduğu zaman bu tasarımın içinde kutunun kendisi yoktur. Çünkü kutu kendisinin neye benzediğiyle ilgili bir çıkarımı yapamamaktadır. Gözün kendini görememesi, beynin kendini idrak edememesi gibi bir husustur bu. Bir göz dışarıdaki her şeyi görür, alır ama kendi yapısının nasıl bir şey olduğu ile ilgili görüntüye ulaşamaz ve kendini göremez. Bu manada bebek de dış dünyanın fotoğrafını çektiği halde kendi kimliğini, bedenini ve varlığını algılayıp değerlendiremez.
Ama içeride tasarımlanan dünyanın bütün halkalarının anlamlı hale gelebilmesi, bebeğin kendiliğini iç dünyasına atmasıyla mümkündür. Bilinmeyen ve tanımlanamayan bebeğin kendiliği nasıl olacak da iç dünyaya taşınacak ve diğer nesnelerle bağlantısı iç dünyada tesis edilecektir. İşte bu aşamada Lacan'ın 'aynalama  (mirroring) evresi' dediği süreç işler. Çocuk dünyayı algılayıp anlarken ilk etapta annesiyle füzyona girip onunla kaynaşarak dünyaya anlam verir. Kendinin nasıl bir şey olduğu ile ilintili olarak kendilik tasarımını da annenin bakışlarından, yüz ifadesinden, ses tonundan ve davranışlarından çıkarır. Özellikle annenin bakışları, çocuğun nasıl bir varlık olduğunun aynada yansımasıdır. İşte ilk kendilik çekirdeğinin oluştuğu bu evrede annenin çocuğa atfettiği değer, annenin yüz ifadesinde ve bakışlarında netlik kazanır. Çocuk annenin kendisine olan bu bakış ve yaklaşımından bir kendilik tasarımı oluşturarak biraz önce kutu diye tanımladığımız varlığı tasarımlayarak, iç dünyasındaki nesne tasarımları arasına kendilik tasarımı olarak atar ve onu merkeze oturtur.
Buraya kadar her şey normal giderken genellikle bebeklerin ilk oluşturdukları kendilik tasarımları sevgiyle, şefkatle ve ilgiyle bebeğe bakan annenin bakışları ve yüz ifadesi sayesinde oluştuğundan bebek kendisini çok önemli, değerli ve hoşnutluk veren bir varlık olarak içeri atar. Bu sayede ilk kendilik tasarımı, merkeze oturarak nesne tasarımları dünyasında bağlantıları kuran ana öğe olur.
Annenin bu yoğun ilgi ve sevgisi, hatta çocuğa tapınacak derecedeki alakası çocukta ilk narsist iyi kendiliğin oluşmasını sağlar ve onu oluşturmayı sağlayan yapı da ilk iyi nesneyi oluşturur. Fakat bir süre sonra ne olduysa anne çocuğa çok kötü bir şekilde yaklaşmakta, bakışları değişmekte ve ona nefret ederek kızarak hatta iğrenerek bakmaktadır. Çocuk bunu algılayacak, anlayabilecek ve yorumlayacak durumda değildir. Anne şekil, cisim, ses vb. bakımlardan aynı annedir. Ama anne, davranışsal ve duygusal olarak farklıdır. Anne çocuğa iğrenerek, kızarak ve öfkelenerek yaklaşmaktadır. Çocuk bunu anlamlandırmakta çok zorlanır. Hikâyenin anne tarafına bakacak olursak çok sevdiği yavrusunun altına çiş-kaka yaptığını, bezini dağıtıp kakasını oraya buraya bulaştırdığını ve de eliyle mıncıkladığını görünce yüzündeki ifade iğrenme, öfkelenme ve kızgınlık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bebek için kaka, dışkılama ve pislik hiçbir anlam ifade etmemektedir. Annenin davranışlarını bu bağlamda bebeğin izah etmesi mümkün değildir. Bebeğin egosu henüz çok ilkel düzeydedir. Bu durumda çocuk ilk savunma düzeneklerinden olan bölme düzeneğini uygulamaya geçirme yetisiyle donatılmıştır. Egonun ruhsal gücü bu seviyeye ulaşmıştır.
Bölme mekanizması aynı obje tarafından bireye ulaştırılan pozitif ve negatif davranış ve duygulanımın aynı birey değil de ayrı ayrı iki birey tarafından yapıldığına dair içsel kanaatin oluşturulması ve birbirinden ayrı tutulması çalışmasıdır.
Bebek nasıl ki ilk nesne tasarımlarını oluştururken her an yeniden gördüğü anneyi ayrı anneler zannedip bunları aynı anne yapma konusunda aylarca mücadele etmiş ve anlık anneleri birleştirip sürekli bir anne oluşturmuşsa şimdi de anneleri ikiye indirgemektedir: İyi anne, kötü anne. Olay basitleşmiştir. Annenin yüzündeki davranış ve duygulanım ifadesi bebekte iki türlü duygu hissettirecektir. İyi anne geldiğinde çocuğun içerisinde önemli ve değerli olduğunu hisseden iyi kendilik aktive olurken; negatif hislerle dolu kötü anne geldiği zaman içinde değersizlik hislerini oluşturan kötü kendilik aktive olacaktır.
İç dünyamızda iyi ve kötünün yan yana barınması bu seviyedeki bir zihinsel yapı için mümkün görünmemektedir. Çünkü olayı anlamlandırabilecek mantıklı zihinsel bir kapasiteden yoksundur. İyi ve kötü kendilik içeride bu şekilde aktive olurken yeni bir kaos doğacaktır. İyi kendilik zihinsel yapıda hazzın ve hoşnutluğun temin edildiği bir hemaostasis  halini simgelerken; kötü kendilik bu güzel dengenin bozulduğu ve kişinin anksiyeteye sokulduğu negatif bir ortamı oluşturacaktır. Bu durumu süt içine dökülmüş çiş ve kakaya benzetebiliriz. Çocuk bunu kaldırabilecek durumda değildir. İşte bu esnada bu gelişim evresinde bebek, bu iki yapıyı iki ayrı kompartımanda tutarak onların birbirlerine karışmasına imkân vermez. Bu mekanizmaya, bölme mekanizması denilmektedir. İyi anne veya iyi nesne geldiğinde iyi kendilik aktive olacak; kötü nesne veya kötü anne geldiğinde ise kötü kendilik aktive olacaktır. Bu şekilde kötü kendiliğin iyi kendiliği etkilemesinin, zarar vermesinin, kirletmesinin veya yok etmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
Artık dünya dörtlü bir ilişki ağına dönüşmüştür: İyi nesnelerin aktive ettiği iyi kendilik ve kötü nesnelerin aktive ettiği kötü kendilik. Zihinsel yapımız gelişip serpilerek realiteyi algılayabilecek, olaylar arasındaki bağlantıları kurabilecek kapasiteye geldiği zaman bu bölme mekanizması yavaş yavaş zayıflamakta, geçirgenliği artmakta ve bütünlüğe doğru bir yönelim sergilemektedir. Şimdi artık bütünlüğe doğru bir süreç işlemektedir. Annenin şahsında iyi ve kötü nesne birleşmekte ve entegrasyona tabi olmaktadır. Çünkü çocuk annenin davranış ve duygulanımının neden ve niçinlerini algılayarak anlamlandırabilecek bir zihinsel yeteneğe ulaşmıştır. Annenin yüzündeki ifade herhangi bir olaya istinaden değişiklik arz etmektedir. Burada determinal bir bağlantının varlığı çocuk tarafından fark edilmektedir. Zihinsel yapının bu seviyeye ulaşabilmesi için çocuğun dörtbeş yaşlarına kadar gelmesi gerekir.
Bunu daha iyi kavrayabilmek için bir fermuar benzetmesini burada örnek olarak kullanabiliriz. Çocuk üzerine giydiği fermuarlı bir ceketi, bebeklik döneminde fermuarları ayrılmış bir şekilde tutarken bir süre sonra fermuarın kilidini takıp karşılıklı yüzlerini birbirine geçirerek fermuarı yavaş yavaş kapatmaya başlayacaktır. İşte bu kapatma işlemi normal bir süreçte dört beş yaşlarında bitecektir. Dış dünya iyi ve kötü nesneler olarak bölünmüş iken, gerçeklik ilkesinin egoda yerleşmesiyle birlikte nesneler arasındaki bağlantının sebep-sonuç mantığı kavrandıkça dünyanın tek bir nesneden ibaret olduğu gerçeği fark edilecek ve kabullenilecektir. Artık iyi ve kötü dünya; iyi ve kötü anne; iyi ve kötü ağabey yoktur. İyilikleri ve kötülükleri içinde barındıran bir anne, baba, ağabey veya abla vardır. Bu da artık dışarıdaki dünyanın, iyilik ve kötülükleriyle bir bütün olduğunun kabullenilmesi sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla bebeğin kendilik tasarımı da, dış dünyanın onda aktive ettiği iyi kendilik ve kötü kendilik kutuplarından yavaş yavaş merkeze gelecek, bir fermuar gibi bu merkezde bütünleşecek ve kapanacaktır. Geçici bir dönem için bir yaşla beş yaş arasında egonun, olaylara tahammül edebilmesi, varlığını devam ettirebilmesi ve ilerideki entegrasyonunu sağlam bir zeminde muhafaza edebilmesi için kendiliği bu şekilde parçalara ayırıp bir süreliğine ayrı ayrı kutuplarda yaşamasına izin verilecektir. Böylelikle zamanı geldiğinde bunlar bütünleştirilerek fermuar kapatılacak ve kendilik ceketinin bir bütün olarak giyilmesi temin edilecektir. Doğal süreç içerisinde, yaşamak zorunda olduğumuz kadere dair bir yazgıdır bu.
Ancak normal gelişim sürecini bozan bir ebeveyn nedeniyle, dörtbeş yaşlarında devre dışı bırakılması gereken bu bölme mekanizması daha sonraki hayata etki edecek kadar varlığını ve geçerliğini sürdürebilir. Özellikle borderline/sınırda kişilik örgütlenmesinin temel kendilik kuruluşunun bölme mekanizması üzerine olduğu artık bilinen bilimsel bir gerçektir. Dört yaşları civarında iyi ve kötü kendiliği birleştirerek entegratif/bütüncül bir kendilik tasarımını oluşturmaktan uzak bulunan bireysel gelişim yapıları, daha sonraki hayatlarında borderline kişilik örgütlenmesi şeklinde yaşamlarına devam etmek durumunda kalmaktadır. Özellikle annenin iyi ve kötü kendilik oluşumlarının mantıksal bir yapı içerisinde oluşmadığı ve annenin iç tutarsızlığının çocuklara yansıtıldığı kaotik aile ortamlarında, çocuklar iyi ve kötü nesneyi birleştirip iyi ve kötü kendiliği entegre etme yeteneğinden veya gelişiminden mahrum kalmaktadırlar. Çocukluk döneminde doğal bir süreç olarak yaşanması gereken bölme mekanizması daha sonraki dönemlerde patolojik olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiyi borderline kişilik örgütlenmesini anlatırken izah edeceğiz.
İyi ve kötü kendilik çocukluk döneminde dış dünyanın tetiklemesiyle oluşan bir süreç olarak içeride yaşantılanmaktadır. Hoşnutluğun ve hazzın doruk noktasında yaşandığı ve iyi nesnenin iyi kendiliği aktive ettiği durumlarda hiçbir sorun yoktur. Ancak kötü nesnenin çocukta kötü kendiliği tetiklediği ve aktive ettiği durumlarda çocuğun ruhsal dünyasında negatif hisler ve duyumlar hâkim olduğundan çocuk bir an önce bu hislerden kurtulmak için, özel bir çaba harcayacaktır. Çocuk kızgınlaşacak, saldırganlaşacak ve bu kötü hislerden bir an önce kurtulmanın yollarını arayacaktır. Bunu bir yandan kötü kendiliğin bir an önce uzaklaştırılması ihtiyacıyla yaparken, diğer yandan iyi kendiliğin kötü kendilik tarafından istila edilerek ortadan kaldırılmasının veya kirletilmesinin önüne geçmek için yapacaktır. Normal çocukluk sürecinde sistem bu şekilde çalışırken, daha sonraki gelişim evreleri olan ergenlik gençlik veya olgunluk yaşlarında ise, dış dünyanın herhangi bir şekilde bireyin iç dünyasındaki kötü kendiliği aktive ederek onu tetiklemesi sonucunda bireyin saldırganlaşması ortaya çıkarılabilmektedir. Birey bu kötü duyumdan veya duygudan kurtulmak için yoğun bir gayret sarf edecek ve uğraşıda bulunacaktır.
Ortada hiçbir neden yokken, bölme mekanizmasıyla ayrı tuttuğu kötü kendiliği aktive edecek veya tetikleyecek dış dünyadan bir uyarı gelmediği halde, bazı bireyler otomatik olarak kötü kendiliğe geçmektedirler. Bunlar, muhtemelen iç dünyalarında tasarımsal varoluşta herhangi bir tetikleyici içsel uyarının (anısal, imajinatif, kokusal, işitsel, görsel, dokunsal, tatsal vb.) etkisiyle, dıştan hiçbir uyarı gelmediği halde kötü kendiliğe geçebilmektedir. Veyahut da geçmiş bölümlerde izah ettiğimiz koşullu refleksler sayesinde, nötr bir uyaranın negatif bir uyaranla eşleşmiş olduğu anısal hafızanın, yine nötr bir uyaranla karşılaştığı Bugünkü gerçeklikte aktive olmasıyla kişi kötü kendiliğe geçebilmektedir.
Bu durumda aşağıda anlatılacak olan yansıtmalı özdeşim savunma düzeneği ile kişi, kötü kendilikten kurtulmanın ve bir an önce iyi kendiliğe ulaşmanın mücadelesini verecektir. Etrafındaki konteynır olarak gördüğü bir insana mevcut şartlarda bir bahane bularak içindeki saldırganlığı veya kötü kendiliğini yükleyerek rahatlamakta ve ardından iyi kendiliğe geçerek duygusal iyilik halini hissetmektedir. Artık sıkıntı ve kötü kendilik, onları yüklediği insandadır; artık o kendi başının çaresine baksın!

4. İdealizasyon
İdealizasyon savunma düzeneği hepimizin zaman zaman başvurduğu bir mekanizma olmasına rağmen, temel niteliğini borderline  ve narsistik kişilik örgütlenmesinde gösterir. Bütün savunma düzeneklerini a ilkellikten olgunluğa, b normallikten patolojiye, c gelişimsel spektrumundaki yerine ve d grupsal birlikteliğindeki işlevlerine göre ele almak gerekir.
Yukarıdaki bağlamlarda idealizasyon mekanizmasını ele almadan önce kendiliğin ilk oluşumuna baktığımız zaman, annenin veya bakım yapan kişinin bebeğe hissettirdiği ilk duygu bebeğin değerli ve önemli olduğu duygusu olduğu görülür. Şöyle bir geriye yolculuk yapacak olursak; çocuğunu çok seven bir anne, kendi uzantısı olarak hissettiği çocuğuna bakarken ve onu kucağında severken sanki ona tapınacakmış gibi onu idealize eder. Çocuğunu o kadar göğsüne bastırır ki sanki onunla kaynaşmak ister. 'Yiyip yutmak' ve 'yalamak' gibi terimler bir bebek için sevilmenin göstergeleri olarak çok yaygın olarak kullanılan terimlerdir. Bu bebek o kadar değerli ve o kadar önemlidir ki anne bebeği için her zaman kendisini feda edebilir. İşte bebeğin burada hissettiği duygu yüksek, idealize edilmiş bir varlık duygusudur. Bebeğin kendisi sanki tapınılacak kadar yüce bir değeri haizdir. Ona bu değeri veren şey de annenin davranışsal, düşünsel ve duygulanımsal yaklaşımıdır. Bu manada da anne değerli ve yüce bir varlıktır; çünkü onu değerli kılan şeydir. İşte idealizasyon savunma düzeneğindeki çekirdek budur. Hemen bunun zıddı bir durumla, aynı bebeğin kendini değersiz hissetmesi söz konusudur. Bebek altına çiş-kaka yaptığı ve yine uygunsuz bir zaman ve zeminde problem çıkardığında annenin bakışları tamamen değişecek, tapınılacak kadar değerli olan bu varlığa bir pisliğe bakar gibi bakacaktır. Çünkü bebeğin altı pislik doludur. Bu da değersizleştirme savunma mekanizmasının ilk çekirdeğidir.
Bu ilk yapılanmayı gördükten sonra bu mekanizmayı da dört bağlamda ele alabiliriz:
a- İlkellikten olgunluğa
İdealizasyonun en ilkel hali kişinin kendini tapınılacak kadar değerli ve önemli hissetmesi yani tanrı olma duygusudur. Bu duygu, gelişim evrelerimize uygun olarak engellene engellene (früstre edilerek) kişi normal, sıradan bir birey olma konumuna gelir. Normal, sıradan bir birey olma duyguyla, reel hayatın bizden beklediği olumlu ve başarılı rolleri oynadıkça ve bunları başardıkça değerlilik hissimiz bu oranda artar ve içsel olarak hissedilir. Bu sağlıklı bir idealizasyondur. Hiçbir başarı elde etmediği ve gerçeklikle uyum içerisinde olmadığı halde kendini veya nesneyi aşırı idealize eden bir yapı ilkel düzeyde kalmış bir savunma düzeneğini oluşturmaktadır. Bu durum iyi ve kötü kendiliği bütünleştirememiş sınırda kişilik örgütlenmesi ile, iyi kendiliğin aşırı değerlilik hislerinde takılıp kalmış narsistik  kişilik örgütlenmesinde primitif düzeyde kendini ortaya koyabilmektedir.
Egomuzun temel varoluşsal nedeni hayatta ve toplum içerisinde saygın bir konumda bulunabilme durumudur. Kişi toplum içinde almış olduğu roller ve bunlardaki başarıları perspektifinden kendine uygun bir konum edinir. Bu konum diğer savunma düzenekleriyle birleştirilerek kişinin kendini önemli ve değerli hissettiği bir sanal sürece dönüştürülür. Bu manada profesör ile kapıcı, fonksiyonları açısından toplumsal planda çok büyük bir hiyerarşik farklılık oluşturmasına karşın; iki birey de işlevsel olarak kendini çok önemli ve değerli hissedebilir. Kapıcı binanın çöplerini toplamadığı, bina sakinlerinin ekmeklerini almadığı ve su ihtiyaçlarını gidermediği zaman bütün bina sakinlerinin acziyet içine düşeceğini düşünerek kendisinin çok önemli olduğu duygusunu yaşar. Bilim adamı da konumunu kendi bağlamında değerlendirir. Şehrin elli kilometre dışındaki bir laboratuarda sivrisineklerin kanat çeşitlerini incelemek üzere otuz yıl harcamış ve yeni sivrisinek türleri bularak literatüre ilave etmiştir. Bu olgu onun için, dünyayı yerinden sarsacak kadar önemli ve değerli bir olgudur. Bilim adamı bu bağlamda kendini çok önemli ve değerli hissetmektedir. Sosyal hayat içinde bulunduğumuz konumlarda, hak ettiğimiz değerlilik hisleri travmatik bir takım yaşantılarla elimizden alınıp yok edilebilir. Bu durumlarda, patolojik olarak duran idealizasyon savunma düzeneği devreye girerek, 'insanların kendi kıymetini anlayamadığı' bağlamından başlamak suretiyle mehdilik ve tanrılık iddiasına kadar giden bir idealizasyon mekanizması kurgulanabilir.
Bunun diğer bir bağlamda değerlendirilmesi ise; bireyin, değersizlik hislerini ve başarısızlıkları ortadan kaldırabilmek için bağlandığı nesneleri idealize edebilmesidir. Bu özellikle yansıtmalı özdeşim mekanizmasında çok belirgin olarak kullanılan öncül savunma düzeneğidir. Reel hayatta başarısız olan bir babaya karşı bir erkek çocuk, önce babayı idealize ederek ideal baba imgesini zayıf babanın üzerine yansıtır ve daha sonra da onun gibi olma gayreti peşine koşar. Bunun yansımalarını özellikle ideolojik ve dinsel alanda çok yaygın olarak görmek mümkündür. Bireysel kusurları kapatabilmek, yüce bir idealin aracı olmakla mümkün olmaktadır. Birey herhangi bir ideolojiye veya dinî örgüte bağlanarak yüksek bir idealizasyona hizmet eder. Soyut veya düşünsel anlamdaki bir ideolojiye bağlılık, o ideolojinin her şart ve koşulda idealize edilmesi, kutsanması ve tüm hatalardan arınmış olarak kabul edilmesi gerekliliğidir. Bu durumda karşımıza fanatik, dogmatik ve tabusal bireyler çıkar. Bunu daha da somutlaştırmak isteyen bir birey, ideolojik bir grubun veyahut da dinî örgütlenmenin başındaki lidere çok yüksek değerler atfederek bir nevi o liderde tanrılara özgü bir takım hususiyetlerin bulunduğu şeklinde idealizasyon yapar. Bu şekilde de özlediği kimlik parçasını lidere yükleyerek kendi değerlilik hissini temin eder ve değersizlik duygusunu ortadan kaldırır.
b- Normallikten patolojiye idealizasyon
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi toplum içinde aldığımız roller ve bunları başardığımızda aldığımız keyif hissi, normal bir idealizasyon durumunda hissettiğimiz duygulardır. Yaşamımızın temel motivasyonu da bu tip hazlarla dolu olmamızdan kaynaklanır. Bir şekilde değerli ve önemli olduğumuzun yansımalarını almak durumundayız. Bunu ya içsel denetimimizle alırız ya da dışsal yankıyla alırız. Eğer bir başarıyı kendi iç dünyamızda sakladığımıza inanırsak kendimizle gurur duyar ve kendimizi idealize ederiz. Veyahut da bir başarı, bir görev ve üretim gerçekleştirildiğinde, dış dünyada bizi değerli kılacak olumlu yankılar gelmesiyle dış dünyaya bağlı değerlilik hissimiz tatmin olur. Eğer başarılı olan kimliğimiz früstre edilip engellenirse gerileme savunma düzeneği ile birlikte ilkel idealizasyon devreye girebilir. Veyahut da kişilik örgütlenmesinin patolojik kalması nedeniyle patolojik idealizasyon süreci hep devam edebilir.
c- Gelişimsel spektrumundaki yerine göre idealizasyon
Yaşamımızın temelinde hacıyatmaz örneğinde olduğu gibi hep bizi ayakta tutan temel değerlilik hissi bulunmaktadır. Ne kadar dış darbeye maruz kalırsak kalalım, en temeldeki tanrısallık iddiasına kadar gidebilecek olan değerlilik hissi bizi korumakta ve yıkılmamızın önüne geçmektedir. Hacıyatmaz metaforuna daha yakından bakacak olursak, elipsoid bir materyalin (yumurta) geniş tabanına cıva ve kurşun gibi bir metal konduğunda dikliğini hep muhafaza edecektir. Bu bağlamda denizdeki şamandıralar hacıyatmazın bir örneğidir. Hiçbir zaman batmaz hep dik durur, yer çekimi nedeniyle ağırlık merkezi onu dik tutar ve darbelerle eğilirler ama eski konumlarına hemen geri dönerler.
İnsanın ilk temel çekirdeği iyi kendilikten hissedilen idealizasyon ve değerlilik hissi, şamandıranın altında bulunan ağırlık gibidir. Bu bağlamda her insan kendini çok önemli ve değerli hisseder. Bu konu ile ilgili olarak Goethe'nin ilginç bir anekdotunu sizlerle paylaşmak isterim. Tanrıya isyan duygularıyla dolu olan Goethe, Tanrının adaletsizliği üzerine kafa yoruyordu. İnsanların çok çeşitli kategorilerde, sınıf sınıf birbirinden farklılık arzettiğini (fiziksel, zihinsel, zenginlik vb.) düşünüp insanlara kendi akıllarından ve kendilerinden memnun olup olmadığını sordu. Cevaplar hayret vericiydi: Herkes kendi aklını ve kendini çok seviyordu. Yukarıya dönüp şöyle dedi: "Tanrım ne kadar adaletliymişsin!" Anadolu'da bir deyiş vardır. Akıllar pazara çıksa herkes kendi aklını satın alır. Bütün bunlar, temeldeki hacıyatmazın altındaki ağırlığın göstergeleridir. Annemizin bize hissettirdiği önemlilik ve değerliliği oluşturan, kendilik çekirdeğidir. Bu bağlamda annesi tarafından sevilen her çocuk eşit değerliliğe sahiptir. Daha sonraki yaşamında birisinin bilim adamı, birisinin cahil, diğerinin zengin, diğer birisinin fakir ve birinin de yönetici veya yönetilen olması hiçbir anlam ifade etmemektedir.
d- Grupsal birlikteliğindeki işlevlerine göre idealizasyon:
Bu ise, bölme, idealizasyon-devalüasyon, dağılma, özdeşim ve yansıtmalı özdeşim mekanizmalarıyla birlikte işleyen bir grup dinamiği içinde ortaya çıkabilmektedir.

5. Devalüasyon
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi çocuk altına kaka yaptığında anne ona kakaya bakar gibi bakacaktır. Bu da çocukta değersizlik hissini oluşturan bir çekirdektir. Bir insanın kendini böyle hissetmesi kadar kötü bir şey yoktur. Çocuk biraz önceki tanrısallık olarak hissettiği değerlilik hissinin yanında bu şekilde aşağılanmayı ve değersiz görülmeyi anlamlandıramaz. Ve burada ilk savunma düzeneklerinde yer alan bölme mekanizması devreye girerek kendiliği ikiye ayırır. Karşıdaki nesne kendisine olumlu olarak bakıyorsa, iyi nesne kendinde iyi kendiliği aktive eder. Karşıdaki nesne kendisine kötü gözlerle bakıyorsa, kötü nesne kendinde kötü kendiliği aktive eder. Bu bir bilgisayarın iki ayrı sistemle çalıştırılması gibidir. Hangi tuşa dokunulursa o sistem devreye girer. Kakanın ne olduğunu bilmediği, annesinin kendisine niçin negatif hislerle yaklaştığını anlamadığı dönemler geçip de z

Call Now ButtonBİLGİ HATTI