“Yaşamak için yemek mi, yemek için yaşamak mı?” sorusu hayatın paradokslarından biridir. Dünyaya gözlerini yeni açan annesinin memesini emmeye başlayan bebeğin hayatla kurduğu ilk ilişki yemektir ve o andan itibaren hayatta kalabilmek için yemek yemeye devam etmek zorundadır. Ancak insan için yemek hiçbir zaman “sadece yemek” anlamına gelmez. Üzüntüyle, sevinçle, kederle, mutlulukla el ele, kol koladır yemek. İnsan üzüldüğünde yemeden içmeden kesilir, mutlu olduğunda ziyafet sofraları kurar ya da sıkıldığında, bunaldığında en iyi dostu olur yemek. Yemek toplumların, kültürlerini, inanışlarını, yani yaşayışlarını yansıtır. “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” şeklinde uyarlanan sözün hakkı vardır; çünkü yemek duyguların, düşüncelerin ifadesi, hayatın ta kendisidir…
HAYATIN ANLAMI
Silgi kullanmadan resim çizme sanatına “hayat” denir. Erdemle bitirilmesi gereken en ağır vazife olan hayatın anlamı daima sorgulanır. “Ne kadar aklımıza uygun yaşıyorsak, hayatın anlamını o kadar az anlarız” demiştir Leo Tolstoy… Felsefi bir soru olan “Hayatın anlamı nedir?” her insan için farklı şekillerde algılanabilir, çeşitli yanıtları içinde barındırır, bir yaşam ve arayış sürecini ifade eder. Yaşarken herkes kendi yanıtını bulmaya çalışır ve ancak ölümle gerçekten bu soru yanıtlanabilir; çoğu zaman daha fazla güç, servet, seks, aşk, entelektüel tartışmalar ya da günü yaşamak ilk akla gelen yanıtlar olur. Hayat bir hikâyeye benzer. Önemli olan hikâyenin uzun olması değil, iyi, etkileyici, erdemli olması, geride iz bırakmasıdır. Değeri “uzun” yaşanmasında değil, “iyi” yaşanmasında gizli olan hayatın anlamını ve mutluluk, sevgi ve erdem gibi değerleri yorumlayan felsefede; “Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir” diyen Shakespeare‘in tiyatral karakterlerinde; “Korku, hayat hakkındaki yanlış bir kanaatimizden kaynaklanıyor” diyen Wittgenstein‘ın dil oyunlarında; “Hayatın ne kadar kısa olduğunu anlamak için insan çok yaşamalıdır” diyen Schopenhauer‘un istenç kavramında; “Yalnızlık, birlikte var olmanın bir biçimidir” diyen Heidegger‘in hiçlik tartışmalarında; “Hayat üç bölümdür; dünyayı değiştireceğini sandığın, değişmeyeceğini anladığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun” diyen Sartre‘nin endişe tarifinde; “Dünya hayatı bir rüya gibidir senin için. Yolculuğu sen yaparsın, nereye gittiğini kader çizer” diyen Goethe’nin canlı doğanın sürekli bir değişim içerisinde olduğu savında; “Hep denedin, hep yenildin, olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil” diyen Samuel Beckett‘in belki yaklaşımında; “Hayatta gerçeklerle yaşa ve her zaman onları savun; takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun” diyen Ernesto Che Guevara’nın direnişinde veya “Yaşamın amacı ölümdür. İnsanın sağlığını koruyan iki faktör vardır; işini sevmesi ve hayatı sevmesi” diyen Freud‘un bilinçdışı tanımında, bazen de hayatın keyiflerinde aramak gerekir. Çünkü yaşamak, haz ve elemin bir karışımı olan hayattan keyif almak,bir sanattır ve hayallerle süslenen bu sanat bir insanın yapabileceği en önemli, en zor ve en çetrefilli sanat türüdür. Bu sanatta kullanılabilecek tek araç insanın kendisi ve potansiyel güçleridir. Bu nedenle, insana nasıl olması gerektiğini öğreten hayat, yaşla değil, yaşamakla anlaşılır.
İNSAN GİBİ YAŞAMAK…
İnsanoğlu dünyaya geldikten sonra bir yandan yaşamaya bir yandan da ölmeye başlar, çünkü yaşamak için doğmuştur, yaşamaya hazırlanmak için değil… Yaşamak için yaşamı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi kabul etmelidir ve ancak kabul edilebilir hale gelmesi içinde sahici bir çaba göstermelidir, emek vermelidir. “Sen olmazsan bu evrenin şiirinde, güzelliğinde bir şeyler eksik kalır. Bir şarkı, bir nota eksik kalır. Bir boşluk olur. Hiç kimse sana bunu söylemedi” derken Osho, insanın hayattaki önemine, kendini ve değerini bilmenin sorumluluğuna ve varoluşunun özüne atıfta bulunur. Çünkü çiçekleri, ağaçları, yağmuru, yağmur sonrası toprak kokusunu sevebilmenin ve insan gibi yaşamanın sorumluluğu insanın kendine aittir. Koşulsuz sevgi, hayatın sorumluluğunu alabilmek, severek üretmek ve evrensel bilgiye teslim olmak yaşamın tükenmez kaynaklarıdır; öyleyse, yaşamı onların yönetmesi gerekir. Sartre’ın dediği gibi “İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya geldikten sonra yaptığı her şeyden sorumludur.” İnsan sorumluluk duygusuna ve var olan bir yeteneğine hayata sarılır gibi sarılmalıdır; çünkü günün birinde bunların hepsi iç içe geçer. İşte o zaman insanın hayatı kendi yetenekleri olur, yetenekleri de hayatı… Ancak sadece nefes alıp vererek, koyun gibi güdülerek yaşaması değil, insan gibi yaşaması, hayatı, kendini ve ailesini sevmesi, yetenekleriyle üretmesi ve geride iz bırakması önemlidir. Hayat, uzun bir insanlık dersidir; Mother Teresa’nın sözlerindeki gibi: “Yaşamak servettir, korumayı bil… Yaşamak bilmecedir, çözmeyi bil… Yaşamak güzelliktir, kıymetini bil… Yaşamak mutluluktur, tatmayı bil… Yaşamak aşktır, sevgidir, keyfini çıkarmayı bil… Yaşamak rüyadır, gerçekleştirmeyi bil… Yaşamak oyundur, oynamayı bil… Yaşamak verilmiş bir sözdür, tutmayı bil… Yaşamak hüzündür, aşmayı bil… Yaşamak şarkıdır, söylemeyi bil… Yaşamak mücadeledir, kabullenmeyi bil… Yaşamak trajedidir, göğüslemeyi bil… Yaşamak maceradır, göze almayı bil… Yaşamak şanstır, kullanmayı bil… Yaşamak görevdir, tamamlamayı bil… Yaşamak yaşıyor olmaktır, uğruna savaşmayı bil…”
BİLGE VE HAYATA BAKIŞIN GİZEMİ…
“Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa. Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet: Çünkü hayat çok kısa” der Mevlana… Şimdi ve burada anın tadını çıkarmak yerine, sürekli hayatın anlamını sorgulayanlar ve hayattan yakınanlar, ondan olmayacak şeyler bekleyenler ve hayatın çok kısa olduğunu unutanlardır. Eski zamanların birinde hayatın anlamının ne olduğuna kafayı takmış bir adam yaşarmış. Kendi kendine okuyarak ve düşünerek bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Köyleri, kasabaları, ülkeleri dolaşmış ama aldığı yanıtlar da ona yetmemiş. Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona; “Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar, istersen ona git, belki o sana aradığın yanıtı verebilir” demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge “Sana bunun yanıtını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam sınavı kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve kaşığı zeytinyağı ile doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et, kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse sınavı kaybedersin” demiş. Adam, gözü çay kaşığında, bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış ve “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?” diye sormuş. Adam şaşkın bir şekilde; “Ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki” demiş. Bunun üzerine bilge; “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel”, demiş. Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü… Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı?” diye sormuş. Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş ve “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş; “Hayat senin bakışınla anlam kazanır; ya sadece bir noktayı görürsün, hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, böylece akıp giden zaman anlam kazanır.”