'Ruhumu sonsuz alemlere gönderdim,
Dünyadan sonraki sırlara ersin diye;
Ve geri gelerek bana dedi ki,
Cennet de cehennem de kendi benliğindedir…'
Ömer HAYYAM
ÖLÜM NASIL DAYANIR KAPIMIZA
Gecenin ilerlemiş saatinde, hastane koridorlarının parlak ışıkları altında, derinlerden gelen ambulans sesini, benden önce duyan olmadı. Yanan kaloriferlerin de etkisiyle, yüzü yeni değiştirilmiş kanepelerde dinlenmeye çalışan ekip arkadaşlarımı aradım hemen. Acı bir frenle duran ambulanstan, genel durumu kötü, şuuru kapalı yaşlı bir adam indirdiler. Her yeri dağınık yaşlı bir hanım vardı yanında ve genzinden çıkan 'kalp doktor bey' sözleri soğuk havanında etkisiyle gözleri açılan hemşirelerimin ve "Keke" lakablı doktor arkadaşımın yankılandı kulaklarında. Hastayı acil müdahale odasına alırken olanlardan ve söylediklerimden hiçbir şey anlamayan ve şaşkın gözlerle beni seyreden yaşlı hanımı, bezgin hasta bakıcımıza emanet ettim. Ekip arkadaşlarıma: "Nabız çok zayıf, solgun, vücutta herhangi bir yara bere yok. Hemen damar yolunu açın, ambu setini hazırlayın, hastayı entübe edeceğiz sanırım" dedim. Yaşlı adamın damar yolu açıldı, göğsüne elektrotlar yapıştırıldı, moniterize edildi. Elektrokardiyografisi ( EKG ) çekildi. "EKG de ne görünüyor" dedi Keke. "Durumu çok kötü, gitti gidiyor" dedim Keke'ye. Ne oluyordu! Anlamamız uzun sürmedi. Kalp kriziydi yaşanan. Ve hastayı kaybetmek üzereydik. Derken hasta fenalaştı, kalp fibrilasyana girdi ve ardından solunum durudu. Daha önce hazırlanan endotrakeal tüp ile entübe ettik. Damar ve hava yolundan ilaç tedavisini de verdik. Kalp masajı yaptık. Yanıt alınamayınca ve fibrilasyonda olduğu için 300 jull ile başladık defibrilasyona. Elektrik şoku ile yaşlı hastamızın bedeni gerildi ve birden büküldü. "Olmadı, yanıt yok" dedi Keke. "360'ı deneyeceğim" dedim. Ve defalarca denedik. Yaşlı ve ilk müdahalesi yapılmadan evden getirildiği için pek şansı yoktu, ama her türlü müdahaleyi yapmamız gerekiyordu. Yaptık da. Ama kaybettik hastayı. Ölüm tespitini yapıp, gözlerini kapadık ve üstüne de battaniye örttük.
Adli raporunu yazdıktan sonra sıra en zor olana işe gelmişti, nasıl söyleyecektim kırk yıllık eşine O'nu kaybettiğimizi? Savcı bakışlı yaşlı hanım ağzını açmıyor, korku dolu ve kimseye inanmaz gözlerle bana bakıyor, beni süzüyordu. Her mimik hareketimden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Boğazım düğümleniyor, her tarafımın sırılsıklam olduğunu hissediyordum. "Kaybettik" dedim. Ne diyeceğini, ne demesi gerektiğini, nasıl davranacağını tamamen şaşırmıştı. Ağzı kurudu, yutkundu, boğazı düğümlendi, kalp çarpıntısı arttı ve çekingen bir tavırla: "Olamaz" diye inledi ve kendini kaybetti.
İnsan eninde sonunda kendi filmini yapar ve seyreder, gözlerini son kez kaparken hayata!
Geçip giden zamanda, bence, sorun filmin kısa metrajlı veya uzun metrajlı olmasıdır. İnsanı insan yapan bu filmin niteliğidir çünkü. İnsanın her adımı bu filmde bir karedir, renkli olması, tat vermesi elimizdedir.
Yinede şanslıyız, hayat filmi, ancak yaşayanların seyredebileceği bir film. Tersi en kötüsü, hiç doğmamak, hiç bilince ulaşamamak, insan olamamak.
Hayat dediğimiz nedir? Hayat acımasız, hayat güçlüden yana ve bu hep böyle olacak. Hayatla ölümün son dansı nasıldır? Ve hayatın sonunda var olduğu iddia edilen karanlık neden korkutur bizi? Ölüm gelince hayatın kapısını nasıl çalar? Nasıl dayanır ölüm kapımıza?
Mesleğim nedeniyle çok ölümler gördüm, çok can kurtardım, çok canda kaybettim. Meslekte geçen zamanın etkisiyle kazandığım tecrübeyle, ölümün geldiğini hisseder oldum. Önce bir serinlik hissettim, ürperdim, hastanın gözlerinde ölümü gördüm, anlamaya çalıştım, hüzünlendim, kendim için korktum, sonra bir umursamazlık ve yenilgi gördüm aynı gözlerde, son olarak huzur! Çünkü hayatı nasıl yaşarsa yaşasın, her insan ölünce huzura kavuşuyor bence. Sonsuz huzur, tam bir yüreklilik ve olgunluk ile elde ediliyor, ölüm kapıya dayanınca.
Ölüm huzurdur. Sonsuz bir ertelemedir ölüm. Ölüm, sürgün bittiği son noktadır. Yaşadığımız bütün endişeler, suçluluk, değersizlik duyguları, tüm korkular ve günaşırı intiharların bittiği yerdir ölüm. Bu nedenle, her yeni gün, hayat filmimizin karelerinin daha çok arttığı ve renklendiği, dolu dolu geçen, kabarık deniz dalgaları gibi heyecan veren, kazanılmış bir gün olmalı. Öyle yaşamalı ki insan, yıllar sonra, ömrü film şeridi gibi geçerken ve solgun yapraklar gibi hüzünlenirken, uzun ve renkli bir film seyretsin.En güzeli, en uzunu ve on iki dalda Oskar'lısı olsun seyrettiği filmlerin.